iletişim
umit@umitalan.net
twitter.com/umitalan
Çarşamba, Mayıs 12, 2010
ROBOT KÖŞE YAZARLIĞI MÜMKÜN MÜ?
BUGÜNKÜ BİRGÜN YAZIM:
Doğan Tılıç, her ne kadar kendisinden bizzat ders almasam da hocamdır. Özellikle Basın Yayın üzerine yüksek lisans yaparken kendisinin doktora tezi ve makalelerinden sıkça yararlandım. Bu yüzden Selami İnce’nin gazetecilik üzerine Doğan Tılıç ile gerçekleştirdiği röportaj dizisini mutlulukla karşıladım. Söz konusu dizi, gazetecilik mesleğiyle ilgili çarpıcı gözlemlere sahip. Bunlardan bir tanesi Tılıç’ın İtalyan La Stampa gazetesinden aktardığı bir haber. Habere göre, yapay zekâ üzerine çalışan bilim adamları “gazeteci robot” geliştirmişler. Bu robotlar herhangi bir imlâ ve bilgi hatası yapmadan haber yazabiliyormuş. Şimdilik sadece beyzbol haberleri üzerine uzmanlaşan bu ‘robot gazeteci’lerin faaliyet alanları artacakmış.
Doğan Tılıç’ın aktardığı haber, benim de köşe yazarları üzerine düşünmemi sağladı. Ülkemizdeki bazı köşe yazarlarının robotu yapılabilir miydi? Yapılsa nasıl programlamamız gerekirdi? Bu haftaki Köşe Vuruşu’nun mavrası bu.
ERGENEKON–ANTİERGENEKON ROBOTU
Ergenekon Operasyonu şu aralar gündemden biraz düştü. Ancak Türkiye’nin konjonktürü gereği yine gündeme gelecektir. Bu operasyon konusunda herhangi bir şüpheye mahâl bırakmadan yazanlar var. Her iki tarafta da var. Örneğin; son Hrant Dink duruşmasında Ergenekon örgütünün suikastle önemli bağlantıları çıktı. Ergenekon Operasyonu’na tamamen karşı olan yazarlar haliyle bu kadar önemli bir gelişmeyi de görmezden geldi. Operasyonu sorgusuz sualsiz kutsal kabul eden yazarlar ise çok saçma bir bağlantıya bile dört elle sarılabiliyorlar. Yazar dediğimiz bu insanlar, bunları ayrıştıramayacak kadar analiz yeteneğinden yoksunsa, onlara ne gerek var? Hepsinin adına iki robot yapalım; biri tamamen desteklesin, diğeri tamamen karşı çıksın.
ENGİNAR ROBOTU
Türkiye’de kariyerini ‘sol düşmanlığı’ üzerine inşa etmiş kalemler var. Bunlardan en önemlisi Engin Ardıç. O yüzden sol ve sol mücadele üzerine bütün olumsuz referanslara sahip robot köşe yazarımız ondan ilham almalı. Bu model biraz maliyetli olabilir. Daha düşük maliyetli ama kısa ömürlü modeli için özgürlüğün çarpıntı yaptığı Rasim Ozan Kütahyalı veya Yıldıray Oğur yazılımları tercih edilebilir. Bu düşük kaliteli versiyonları programlarken, yalan yanlış bilgiyle sola ve sınıf mücadelesine saldırı için bol bol geyik aktarılabilir veri tabanına. Yazarlarımızın da her gün her gün kendilerini yormalarına hiç gerek kalmaz böylelikle.
YANDAŞ ROBOT KAHRAMAN BEKİ
Daha önce de yazdım. Yandaşlık biliyorsunuz ki, artık övünülecek bir şey oldu. Akif Beki, İngiltere’den verdiği örneklerle bunu meşrulaştırmaya azmetti. Geçen hafta Sabah’ta Hasan Bülent Kahraman da aynı konuyu yazdı. İngiltere’deki yandaşlık kavramının basının objektifliğine bir halel getirmediğini belirtti. Şimdi Sabah gibi bir gazetede bunu yazıp, altına Türkiye’de şu sebeplerle uygulanmayacağını yazmazsanız, o yazı eksik kalır. Öyle olunca Türkiye’de medyanın haline hiç bakmadan bunu savunan Akif Beki ile aynı safa düşersiniz. Akif Beki’nin yaptığı nedir? İktidarın söylediklerini olumlayarak tekrarlamak. Emre Aköz, Mustafa Karaalioğlu, Şamil Tayyar vb’lerinin de öyle. Öyleyse hepsinin adına bir robot yapılabilir. İsmi de benden olsun: Kahraman Beki
ALTERNATİF ROBOTLAR
Aslında yerimiz olsa yapılacak birkaç model daha robot var. Sırf karşı çıkmış olmak için bir konuya karşı çıkan Hıncal Uluç ve küçük Hıncalları temsilen bir robot yapılabilir mesela. Elbette Twitter’ın yazılımcıları tarafından bir Yılmaz Özdil robotu da kolaylıkla tasarlanır. Sadece bağlı oldukları grubun sözcülüğünü yapan yazarlar için de öyle. Hayat güzeldir, kelebekler, kuşlar, martılar yazıları yazanlar için de bir robot mümkün.
ROBOT GAZETECİLİĞİN SONUCU
Peki robotlaşmış gazeteciliğin ya da köşe yazarlığının sonucu ne? Onu da geçen hafta Haluk Şahin, Yunan medyasından aktardı. Yunanistan’da bir gazeteci ülkelerinin düştüğü durumdan kendilerini de sorumlu tutuyordu. Yıllardır görevimizi yapmadık, soruşturmacı gazeteciliği beceremedik diyordu. Çünkü, onlar da robotlaşmışlardı. Belki onlarda da Ertuğrul Özkök gibi ‘araştırmacı gazeteciliği’ demode ilan edenler olmuştu. Ama işte sonuç ortadaydı. Devlet ihalelerini, silah alımlarını, neo-liberal iktisat politikalarını hiç sorgulamayan medya, ülkesinin batışına şahit olmuştu. Gidişatımız çok benziyor, ama umarım sonumuz benzemez demekten başka çare yok. Çünkü olan yine yoksula oluyor sonunda.
Çarşamba, Mayıs 05, 2010
BASINDA NEFRET KİMİN UMRUNDA?
BUGÜNKÜ BİRGÜN YAZIM ŞÖYLECE:
Geçtiğimiz hafta, Siirt’teki olay nedeniyle gazetecilik yeniden tartışmaya açıldı. Başbakan gibi bütün kabahati medyaya atanlar, medyayı her şeyden yalıtanlar ve medyayı sorgulayanlar oldu. Aslında en çok dikkat çekmesi gereken şey, Sosyal Değişim Derneği’nin ‘Ulusal Basında Nefret Suçları 10 yıl 10 örnek’ başlıklı incelemesiydi. Anaakım basında bu inceleme üzerine şimdilik Ruşen Çakır’dan başka yazan olmadı. Basın, yıllar içinde toplumda biriken nefrete nasıl katkıda bulunmuştu? İnceleme kapsamında ulusal basında son 10 yılda çıkan haberler; etnik, cinsiyet, ulusal özellikler, din, siyasi eğilim, eğitim, toplumsal statü, cinsel yönelim açısından tarandı. Tahmin edileceği üzere nefretin haddi hesabı yoktu. Hükümet karşısında konumları nedeniyle yandaş ve yandaş olmayan şeklinde ikiye bölünen basın, nefret suçu konusunda tam bir uzlaşı içindeydi. Hepsi bir şekilde nefreti körüklemişti.
Oysa ulusal basındaki nefret suçlarıyla ilgili bu incelemeyi görmezden gelenler, gazetecilik konusunda köşelerinden ahkâm kesmeye devam ettiler geçen hafta. Hepsi birer ‘haysiyet timsali’ olduğu için buna fazlasıyla hakları vardı elbette! Peki, ‘neleri söylerken, neleri unuttular?’ Bu haftaki Köşe Vuruşu’nu, ceza sahasının o noktasına doğru gönderelim.
‘TAVŞAN KARDEŞ’ ÖĞRETİSİ
Üniversitelerde turneye çıkan ve Türkiye’de gazeteciliği bu ‘göz kamaştırıcı’ noktaya getirirken edindiği tecrübeleri öğrencilerle paylaşan Özkök, gazetecileri Şövalyeler ve Pusucular olmak üzere ikiye ayırıyordu 4 Mayıs tarihli yazısında. Ona göre bir gazeteci yandaş da olsa şövalye sayılabilirdi. Yeter ki, gammaz olmasın, muhalif meslektaşlarına karşı cadı avı başlatmasındı. Öyle nefret dolu yazılar ve haberlere imza atmanın pek bir önemi yoktu. Ayrıca bu hesapla kendisine sormak isterim; “Sizin yönetiminizdeki Hürriyet’te, Hrant Dink’i hedef gösterenler korosuna katılan Emin Çölaşan da meslektaşlarını gammazlayan pusucular arasında sayılabilir mi?” Diğer taraftan yine kendisinin yönetimindeki Hürriyet’in mesela Ulusal Basında Nefret Suçları incelemesindeki 10 örnekten birine, toplumsal statü kategorisinde “Kapıcı şarkıcıya tecavüz davası” haberiyle girmesi de mevzu değildi. Aynı şekilde, misal; katilin etnik kimliği Ermeni olunca “Katil Ermeni” vurgusu kullanmak ya da “Katil İmam Hatipli çıktı” gibi kalıplara ayrımcılık yapmak önemsizdi demek ki.
DUMANLI’DAN AHLAK BİLGİSİ DERSİ
Her pazartesi yazılarının bir kısmını gazetecilik derslerine ayıran Ekrem Dumanlı, Siirt’te yaşananları doğru anlamak için medyayı sorgulamaya açıyordu. Ama magazin eklerinin pespayeliğinden dem vuruyor, ama dizilerin özendiriciliğinden bahis açıyordu. Dumanlı’ya göre bu ahlaki çöküntüyü yaratanlardan biri medyaydı. Elbette Ekrem Dumanlı’nın da “Peki bu nefreti yaratanlardan biri kim?” sorusuna cevabı yoktu. Çünkü, onun gazetesi de söz konusu incelemede “Sünnetsiz kundakçı DTP adına kurban derisi toplamış” başlıklı haberle ‘dini inanç’ kategorisinden nefret suçu listesine girmişti. Gerçi, Zaman gazetesinin hem köşe yazısı, hem de haber dili açısından benim de bu köşede işlediğim pek çok ayrımcılık ve nefret örneği var, ama hepsini anlatmaya yerimiz yetmez.
KISA VE ÖZ NEFRET
Geçtiğimiz hafta Yılmaz Özdil de kendilerine “öyle gazetecilik yapılmaz” diyen yandaş medya ve Başbakan’a cevap olarak ironi dolu bir yazı yazıyor ve gazeteciliği savunuyordu. Ancak kendisi de Star gazetesinde çalışırken imza attığı utanç verici “Two Size” manşetiyle söz konusu incelemenin nefret suçları listesindeydi. Üstelik yenice Ahmet Türk’e atılan yumruğu handiyse savunan yazısıyla gündeme gelmişti. Tabii başkalarına gazetecilik dersi verirken bunun yine pek bir önemi yoktu.
Görüldüğü üzere; medyamız yine gündemin şehvetine kapılmış gitmekte. 10 yıllık bir taramayla ulusal basında nefret suçu incelemesi çıkmış kimin umrunda? Herkes bir şekilde kendini aklamış durumda. Bülent Ortaçgil’in “Aşk Var” şarkısında söylediği gibi; “Herkes en iyi doğruyu bilir / herkes uzman, herkes rekortmen / öyle eminiz ki yolumuzdan / ister haydut, ister centilmen” Ama yine şarkının söylediği gibi “bir tek aşk var” işte. Yazdırıyor çaresizce; çözüm olmayacağını bile bile…
Pazartesi, Mayıs 03, 2010
EN POPÜLER KÖŞE YAZARI NASIL OLUNUR?
GEÇEN ÇARŞAMBA'NIN BİRGÜN YAZISINI KOYMAYI UNUTMUŞUM, ŞÖYLECE:
Ne zamandır aklımı kurcalayan bir “Haftanın En Popüler Köşe Yazarı” listesi var. Medya Takip Merkezi’nin (MTM) basında yürüttüğü haber takibinin bir sonucu olarak ortaya çıkan bu liste, sayısal verilerle en popüler köşe yazarını beliriyor. Genellikle Medyatava sayesinde haberdar olduğumuz liste, Serdar Turgut’un da ilgisini çekmiş olmalı ki, geçtiğimiz hafta bu konuda “Köşe yazarının ölüsü makbüldür” başlıklı bir yazı yazdı. Turgut’un da belirttiği üzere, bu listede genellikle başlarına kötü bir olay gelen veya yazdığı bir yazıyla başını belaya sokan köşe yazarları yer alıyor. Elbette listeyi hazırlayan ve yayınlayanların bir kabahati yok. Zaten popüler sözcüğü böyle bir şey. Ama bu listelerin yoruma açık olduğu kesin.
Peki, listeye özellikle yazılarıyla giren köşe yazarları tamamen masum mu? Zaten o yazıları yazmalarındaki amaç konuşulmak değil mi? Misâl, savunulacak hiçbir tarafı olmayan yumruk yazısıyla listeye zirveden giren Yılmaz Özdil’in amacı zaten konuşulmak değil mi? Varlığını buna borçlu olduğunu söyleyebilir miyiz? Bu hafta, ‘neler yapanlar bu listeye girer, neler yapanlar giremez?’ gibi bir tahmin üzerinden bu sorulara cevap aramak istiyorum.
SİİRT’TEKİ OLAY HAKKINDA AYKIRI SES
Eğer Başbakan bir köşe yazarı olsaydı, herhalde bu haftanın en popüler köşe yazarı olurdu. Siirt’te yaşanan vahşi olay malumunuz. Olayda ihmâli olanları ve bir türlü bitmeyen soruşturmayı ele almak yerine, bir yıl önce yaşananları gündeme taşıdığı için medyaya yüklenen Başbakan’ın bu tavrı, kendisine en popüler köşe yazarı ünvanını doğrudan kazandırabilirdi. Yani bu hafta havayı koklayıp, bir haftalığına da olsa en çok ben konuşulayım diyen biri, bu konuda tersten çakarak aniden popülerleşebilir. Konu bu kadar basit yani. Elbette bu herkes için geçerli değil. Bir de anaakımda yer almak gerekiyor böyle kolay popülerlik için.
HINCAL ULUÇ’U MODEL ALMAK
Türkiye’de popüler köşe yazarlığının formülü ne kadar Hıncal Uluç olabildiğinize bakar. Hıncal Uluç olmak, maharet isteyen bir iştir. Bir konuda herkesten aykırı bir fikir dillendirip bunu sanki çok mantıklıymış gibi canhıraş savunmayı gerektirir. Bir süre önce tam tersini savunmuş ya da bir süre sonra tam tersini söyleyecek olmanız önemli değildir. Toplumun hafızasızlığına güvenip ne kadar yüksek perdeden konuşabildiğinize bağlıdır iş. ‘Hıncal’dır ne yapsa yeridir’ özgüveniyle; ben, ben, ben, ben ve diğerleri gibi bir durum yarattığınızda olur biter bu iş. Misâl TEKEL işçilerinin eyleminin yeri göğü inlettiği bir haftada, buna gözünüzü kapayıp bir bankanın Londra’ya düzenlediği VIP organizasyonu övebilir, Michelin yıldızlı restoranlarından bahsedebilir, ama yazının sonuna gazetecilik dersleri serpiştirebilirsiniz. Kimse sorgulamaz. O yüzden Türkiye’de popüler köşe yazarı olmanın formülü Hıncal Uluç olmaktır. Türkiye’de köşe yazarları ikiye ayrılır: Hıncallar ve Küçük Hıncallar. Üçüncü ve dördüncü kategoriler de vardır ama onların popüler olma şansı yoktur. Popüler değilse hiçtir.
NE YAPMAMANIZ GEREKİR?
Örneğin; geçtiğimiz hafta ülkemizde 2 yaşında bebeklere tecavüzün de yer aldığı vahşet derecesinde bir olay mı ortaya çıktı? Bir köşe yazarı ya da bir gazeteci olarak bu olayın nedenleri üzerine kafa yormak ve en önemlisi “neden?” sorusuna mı odaklanmak istiyorsunuz? Truman Capote’nin gerçek bir cinayetten yola çıkarak yazdığı In Cold Blood (Soğukkanlılıkla) romanında yaptığı türden bir gazetecilik mi yapmak istiyorsunuz? Sakın kalkışmayın, size hiçbir popülerlik kazandırmayacağı gibi, işsiz kalmanıza bile yol açabilir. 70’lerde tartışılan “Yeni Gazetecilik” türünü yeniden canlandırma gibi hayallere de kapılmayın. Türkiye’de yeni gazetecilik daha ortaya çıkmadan eskimiş, yerini sit-com almıştır. Sit-com’larda dakika başı ver edilen kahkaha efektleri gibi kendinize güldürmeniz veya küfrettirmeniz gerekir. Şairler annesi Gülten Akın’ın dediği gibi, “Ah kimselerin vakti yok, durup ince şeyleri düşünmeye”dir. Öyledir.
SERDAR TURGUT KENDİNİ SOYUTLAMASIN
Bu yazıyı yazmama yol açan Serdar Turgut’un yazısına neredeyse tamamen katılıyorum. Ancak kendisinin olay yaratan yazılarını da, ‘konuşulmak hep daha fazla konuşulmak’ için yazmadığına en azından beni inandırmaz. Yoksa Hrant Dink cinayeti sonrası, bir sahiplenme duygusuyla “Hepimiz Ermeniyiz” diyenler hakkında, yarın bir gün bir orospunun çocuğu vahşi şekilde öldürse ne diyeceksiniz diye eleştirisi yazısı yazmak ve daha niceleri başka hiçbir şeyle açıklanamaz. Popülerlik için değilse ne içindir? Şimdi kendini hepsinden soyutlamaya çalışmak niyedir?
Ne zamandır aklımı kurcalayan bir “Haftanın En Popüler Köşe Yazarı” listesi var. Medya Takip Merkezi’nin (MTM) basında yürüttüğü haber takibinin bir sonucu olarak ortaya çıkan bu liste, sayısal verilerle en popüler köşe yazarını beliriyor. Genellikle Medyatava sayesinde haberdar olduğumuz liste, Serdar Turgut’un da ilgisini çekmiş olmalı ki, geçtiğimiz hafta bu konuda “Köşe yazarının ölüsü makbüldür” başlıklı bir yazı yazdı. Turgut’un da belirttiği üzere, bu listede genellikle başlarına kötü bir olay gelen veya yazdığı bir yazıyla başını belaya sokan köşe yazarları yer alıyor. Elbette listeyi hazırlayan ve yayınlayanların bir kabahati yok. Zaten popüler sözcüğü böyle bir şey. Ama bu listelerin yoruma açık olduğu kesin.
Peki, listeye özellikle yazılarıyla giren köşe yazarları tamamen masum mu? Zaten o yazıları yazmalarındaki amaç konuşulmak değil mi? Misâl, savunulacak hiçbir tarafı olmayan yumruk yazısıyla listeye zirveden giren Yılmaz Özdil’in amacı zaten konuşulmak değil mi? Varlığını buna borçlu olduğunu söyleyebilir miyiz? Bu hafta, ‘neler yapanlar bu listeye girer, neler yapanlar giremez?’ gibi bir tahmin üzerinden bu sorulara cevap aramak istiyorum.
SİİRT’TEKİ OLAY HAKKINDA AYKIRI SES
Eğer Başbakan bir köşe yazarı olsaydı, herhalde bu haftanın en popüler köşe yazarı olurdu. Siirt’te yaşanan vahşi olay malumunuz. Olayda ihmâli olanları ve bir türlü bitmeyen soruşturmayı ele almak yerine, bir yıl önce yaşananları gündeme taşıdığı için medyaya yüklenen Başbakan’ın bu tavrı, kendisine en popüler köşe yazarı ünvanını doğrudan kazandırabilirdi. Yani bu hafta havayı koklayıp, bir haftalığına da olsa en çok ben konuşulayım diyen biri, bu konuda tersten çakarak aniden popülerleşebilir. Konu bu kadar basit yani. Elbette bu herkes için geçerli değil. Bir de anaakımda yer almak gerekiyor böyle kolay popülerlik için.
HINCAL ULUÇ’U MODEL ALMAK
Türkiye’de popüler köşe yazarlığının formülü ne kadar Hıncal Uluç olabildiğinize bakar. Hıncal Uluç olmak, maharet isteyen bir iştir. Bir konuda herkesten aykırı bir fikir dillendirip bunu sanki çok mantıklıymış gibi canhıraş savunmayı gerektirir. Bir süre önce tam tersini savunmuş ya da bir süre sonra tam tersini söyleyecek olmanız önemli değildir. Toplumun hafızasızlığına güvenip ne kadar yüksek perdeden konuşabildiğinize bağlıdır iş. ‘Hıncal’dır ne yapsa yeridir’ özgüveniyle; ben, ben, ben, ben ve diğerleri gibi bir durum yarattığınızda olur biter bu iş. Misâl TEKEL işçilerinin eyleminin yeri göğü inlettiği bir haftada, buna gözünüzü kapayıp bir bankanın Londra’ya düzenlediği VIP organizasyonu övebilir, Michelin yıldızlı restoranlarından bahsedebilir, ama yazının sonuna gazetecilik dersleri serpiştirebilirsiniz. Kimse sorgulamaz. O yüzden Türkiye’de popüler köşe yazarı olmanın formülü Hıncal Uluç olmaktır. Türkiye’de köşe yazarları ikiye ayrılır: Hıncallar ve Küçük Hıncallar. Üçüncü ve dördüncü kategoriler de vardır ama onların popüler olma şansı yoktur. Popüler değilse hiçtir.
NE YAPMAMANIZ GEREKİR?
Örneğin; geçtiğimiz hafta ülkemizde 2 yaşında bebeklere tecavüzün de yer aldığı vahşet derecesinde bir olay mı ortaya çıktı? Bir köşe yazarı ya da bir gazeteci olarak bu olayın nedenleri üzerine kafa yormak ve en önemlisi “neden?” sorusuna mı odaklanmak istiyorsunuz? Truman Capote’nin gerçek bir cinayetten yola çıkarak yazdığı In Cold Blood (Soğukkanlılıkla) romanında yaptığı türden bir gazetecilik mi yapmak istiyorsunuz? Sakın kalkışmayın, size hiçbir popülerlik kazandırmayacağı gibi, işsiz kalmanıza bile yol açabilir. 70’lerde tartışılan “Yeni Gazetecilik” türünü yeniden canlandırma gibi hayallere de kapılmayın. Türkiye’de yeni gazetecilik daha ortaya çıkmadan eskimiş, yerini sit-com almıştır. Sit-com’larda dakika başı ver edilen kahkaha efektleri gibi kendinize güldürmeniz veya küfrettirmeniz gerekir. Şairler annesi Gülten Akın’ın dediği gibi, “Ah kimselerin vakti yok, durup ince şeyleri düşünmeye”dir. Öyledir.
SERDAR TURGUT KENDİNİ SOYUTLAMASIN
Bu yazıyı yazmama yol açan Serdar Turgut’un yazısına neredeyse tamamen katılıyorum. Ancak kendisinin olay yaratan yazılarını da, ‘konuşulmak hep daha fazla konuşulmak’ için yazmadığına en azından beni inandırmaz. Yoksa Hrant Dink cinayeti sonrası, bir sahiplenme duygusuyla “Hepimiz Ermeniyiz” diyenler hakkında, yarın bir gün bir orospunun çocuğu vahşi şekilde öldürse ne diyeceksiniz diye eleştirisi yazısı yazmak ve daha niceleri başka hiçbir şeyle açıklanamaz. Popülerlik için değilse ne içindir? Şimdi kendini hepsinden soyutlamaya çalışmak niyedir?
Çarşamba, Nisan 21, 2010
KÖŞELERDE TALİM VAR
BUGÜNKÜ BİRGÜN YAZIM ŞÖYLECE DOSTLAR:
Son genel seçim (2007) öncesi, muhalefet partisinin en önemli gündemlerinden biri ‘gemi’ydi. İktidarı, başbakanın ‘gemicik’ diye adlandırdığı bir gemi üzerinden devirecekleri hayali içindeydiler. Devirmeyi bırakın, gemiyi ardından iten rüzgar oldular. Sonrasını biliyorsunuz. Kaptanlar, kaptandan çok kaptancılar, gemiden atılanlar, gemiye binmeye çalışanlar vs. Yepyeni tanımlar ve konumlar oluştu iktidar gemisinde.
Malum geminin medyadaki tayfalarına yandaş dendi. Emre Aköz, son yazısına başbakanla gemi maketi önünde çekilmiş fotoğrafını gururla iliştirince, gemideki yeni hareketlenmenin adını koymak şart oldu. Çünkü ‘köşelerde talim var’ şu sıra. Evvelden yandaş denilmesine tepki gösteren yazarlar, artık yüzlerinin kızarmadığı bir aşamaya ulaştılar. Herkesin haklı olarak Yılmaz Özdil’i ve nefret dolu yazısını konuştuğu bir haftada o konuda yazmanın bir tekrar olacağını düşünerek bunu yazmak istiyorum. Gemi gelir yanaşır, içine yandaş yaraşır, köşelerin kadıları Recep diye ağlaşır çünkü.
ŞEFFAF YANDAŞ AKİF BEKİ
Bu köşede, başından beri Türkiye’nin hem sağ beki, hem sol beki diye andığım Akif Beki, yandaşlıkta da kimseye kül bırakmıyor tabii ki. Köşe sahibi olmasına rağmen basın sözcülüğü yaptığı eleştirilerine karşı gazetecilik mavraları attığını unutmuş olmalı ki, yandaşlığı öven iki yazı yazdı geçen hafta. Ortada bir gemi olduğunu doğrularcasına; ‘artık deniz bitti’ dedi; ‘şimdi dürüst ve açık yandaşlığın zamanı’ diye üsteledi. Yeterince açıktı. Ancak ‘dürüst müydü?’ İşte orası tartışmalı.
YURTTAN SESLER KORUSU
Akif Beki’nin yabancı gazetelerden birkaç referans vererek ‘yandaş’lığına meşruiyet kazandırma çabası da, Almanya’ya gurbete gidip, dönüşte ülkesinin insanına burun kıvıran bazı gurbetçilerinki gibiydi. Ona ‘sen daha Alman olmadın efendi’, diyecek birileri lazımdı ki, cevap Ahmet Hakan’dan geldi. Ahmet Hakan, yandaş medyada tek bir aykırı ses olmamasını işaret ederek, koro oluşturmayın bari dedi. Haklıydı. Akif Beki’nin işaret ettiği Batılı gazetelerde acaba bizim yandaşların oluşturduğu gibi bir koro var mıydı? Elbette yoktu. Oysa bizim Yurttan Sesler Korosu’nun şarkısı bile aynı: “Hani benim Recebim, Recebim / Yazı yazı vereceğim / Övgüleri düzeceğim.”
GEMİNİN MİÇOSU
Yazıya Emre Aköz’ün Başbakan’la gemi maketi önünde çektirdiği fotoğrafla başlamıştık. O da şeffaf yandaşlık konusunda en az Akif Beki kadar açık. Ancak o yandaşlığın adını ‘demokratlık’ koyuyor. Onun gibi düşünmediğiniz takdirde hemen demokrasi karşıtı oluyorsunuz. Mevzu bahis son yazısında ‘demokrat aydın’ diye tabir ettiği aydınları eleştirenleri tek bir tanıma sığdırmış yine. Yani onları eleştirirseniz, herkesi şeriatçı ilan eden bağnaz bir ulusalcı oluyorsunuz. Ulusalcı değilim, ama sen de demokrat değilsin, hukuku katlediyorsun deme şansınız yok yani. Ya yandaş olacaksınız ya da darbeci. Buna demokrasi diyorlar kendileri. Şeffaflıktan anladıkları tam da bu.
AÇIK VE ÖZGÜR SUBJEKTİFLİK
Akif Beki’nin kendi konumlarına meşruiyet kazandırmaya çalıştığı subjektiflik meselesini Umur Talu çok önce yazmıştı. (Birikim-Ocak 1999) Ancak Umur Talu, Maskelesine Karşı Açık ve Özgür Subjektiflik adını verdiği bu yazıda bunun bir takım koşullarının olması gerektiğini de belirtmişti. Meslek örgütü kaynaklı bir hak ve sorumluluk aktinden bahsetmişti. Subjektif zeminin özel medya işletmesine rağmen kamusal sorumluluk bilincinin kabulüyle oluşturulması gerektiğini belirtmişti. Editöryel bağımsızlık palavrasının gerçekleşmesinin çok ötesinde, gazetecilerin editöryel kararlara katılım kanalları oluşmadan açık ve özgür subjektiflikten söz edilemeyeceğini vurgulamıştı. Yandaş ya da yandaş olmayan medyada bunların hangisi sağlanmış ki? Hem sonra Akif Beki’nin Radikal’de bir yandaş olarak yazdığı destek yazıları kalibresinde bir muhalif yazı çıkabiliyor mu yandaş medyada?
Velhasıl Akif Beki’nin açık ve dürüst yandaşlıktan söz etmeden önce Umur Talu’nun ‘Dipsiz Medya’ (İletişim Yayınları, 2000) kitabında da bulunan makaleyi iyice bir okuması gerek. Yoksa yarın bir gün, içinde bulunduğu gemi muhalefet seferine çıkarsa; “gemilerde talim var / AKP’li yarim var / O da gitti sefere / Ne talihsiz başım var” diye ağıt yakabilir.
Çarşamba, Nisan 14, 2010
KÖŞE VURUŞU’NDAN KENDİ KALEME GOL
Enver Aysever’in “Cihangir’in Liberal Çocukları!” başlıklı yazısı geçtiğimiz hafta epey tartışıldı. Gazetemizin konuyla ilgili açıklaması ve özrünü yeterli, yazarımız Adnan Bostancıoğlu’nun yazısını isabetli buldum. Bir şeyleri yeniden tekrarlamak istemem. Ama bu köşenin ismi Köşe Vuruşu. Misyonu, köşe yazarları üzerinden medya eleştirisi yapmak. Bu yazıyı atlarsam, bu köşeye ve bu gazetenin okurlarına olan sorumluluğumu da atlamış olurum. O zaman da yazmaya devam etmemin bir anlamı kalmaz.
Eğer Serdar Turgut, “PKK teröristi olamadığıma pişmanım” diye bir yazı yazıp Rojin’i dağa kaldırma fantezisini dillendirdiğinde, “Serdar Turgut olamadığıma üzgünüm” diye bir yazı yazdıysam, şimdi de susamam. Çünkü bu yazı, tıpkı o yazı kadar rahatsız edici. Hangi gazetede yazılırsa yazılsın teşhir edilmeli, kınanmalı. Bunun BirGün olmasına talihsizlik diyelim. Ama yazının da hakkını verelim. Bu haftaki Köşe Vuruşu’nda, bir defans oyuncusu olarak kafaya çıkalım, kendi kalemize bir gol atalım. Çünkü gazetenin açıklaması ve Bostancıoğlu’nun yazısına rağmen, bazı eleştirileri henüz cevaplamış değil Enver Aysever.
KIYAFET VE DAVRANIŞ YÖNETMELİĞİ
Aysever’in bu yazıdan sonra geri adım atmadığı, insanın kanını donduran bir nokta var. “Elindeki içkiyle, ağzındaki sigarayla yanındaki hatuna sırnaşan oyuncu”, “abartılı boyanmış, eteğini kıçına kadar sıyırmış 60’lık hatun”, “barlardan dışarıya dışkı gibi taşan insanlar” tanımlamalarıyla ilgili, Bostancıoğlu’nun yazısına rağmen hiçbir cevap gelmedi Enver Aysever’den. O zaman tekrar soralım, 60’lık hatunların boyanmayı bırakıp, tesettüre filan mı girmesi gerekiyor? Barlarda elimizde içki, ağzımızda sigara hoşlandığımız bir kadına kur yapmamamız mı gerekiyor? Bara gidip dışkı gibi dışarı taştığımız zaman kötü bir şey mi yapmış oluyoruz? Allah aşkına Enver Aysever’in bu tanımlamalarının Yılmaz Özdil’in “bidon kafalı”sı veya Bekir Coşkun’un “göbeğini kaşıyan adam” ya da türbanlı insanlar için kullanılan “sıkmabaş” tanımlamalarından ne farkı var? Bu köşede defalarca eleştirildi bunlar. Bence hiçbir farkı yok. Aynı türden bir ötekileştirme. Bir gün tarif ettiği gibi bir Cihangir barından, tarif ettiği gibi insanların arasından çıkıp, yazar arkadaşım Tuna Kiremitçi’yle ilk uçakla Ankara’ya gitmiştik TEKEL eylemine. İnanır mısınız ‘bir Cihangir barından dışkı gibi dışarı taşmamız’ hiç mani olmamıştı saatlerce işçilerle yürümemize? Enver Aysever böyle düşünmüyor. Oysa kemik gözlük çerçeveleri insanlarınkine, hatta tıpkı benimkine benziyor. Nasıl oluyor da böyle görüyor ve bundan geri adım atmıyor, anlamak mümkün değil?
NE CİHANGİR’MİŞ?
Aylar önce yine bir Köşe Vuruşu yazısında Rauf Tamer’in çok eski bir yazısını, bugün yazdıklarına karşılık gündeme getirmiştim. Tamer, Doğu Anadolu’daki büyük bir deprem sonrası, başlatılan kan bağışı kampanyasıyla gönderilen kanlar için “Dikkat etsinler ha, gönderdiğimiz kan asil kandır” gibi bir yazı yazıyor, Türkiye’nin bir bölgesine yapılan ayrımcılığın bir zamanlar ne kadar meşru olduğunu gösteriyordu. 2010 yılında Enver Aysever’in sonradan geri adım atacağı şekilde İstanbul’un Cihangir semtine yaptığı ayrımcılığın temel olarak bundan hiçbir farkı yok. Kendi gibi düşünmeyen bir topluluğu bir semt adı altında genellemekten kaçınmıyor. Bunun bir adı var, hepimiz bildiğimiz için tekrarlamak istemiyorum. Zaten sonradan kendisinin de utanarak geri adım atmasının ve af dilemesinin nedeni bu.
‘LEŞ’ MESELESİ
Enver Aysever’in kendisinin de işaret ettiği üzere, eleştiriler genellikle çocuk cesetleri için ‘leş’ tabirini kullanmasından geldi. Ben Enver Aysever’in bu sözcüğü yanlışlıkla kullandığını, bunun bir tür “lapsus” olduğunu düşünüyorum. Evet bu sözcüğü o şekilde kullanması büyük bir hata. Ancak, bu yazıya buradan saldırmak hem bel altından vurma, hem de insafsızca bana kalırsa. Üstelik yazıdaki diğer büyük hataların etkisini azaltıyor bu tarz saldırı.
Enver Aysever’in son dönemde İlyas Başsoy’un BirGün ve Birikim’deki yazılarıyla gündeme gelen “Beyoğlu Solculuğu” ve Tanıl Bora’nın Sol, Sinizm ve Pragmatizm kitabıyla gündeme gelen bir tartışmaya katkıda bulunmak gibi bir niyeti var sanki. Ancak oradaki temel meseleyi öyle bir ıskalamış ve konuyu o kadar sakat bir yerden yakalamış ki, hayret etmemek mümkün değil. Aykırı sorular sorduğunu düşünüyor, ama en ufak bir aykırılığa tahammülü yok. Bu haliyle, Metallica konserine giden gençleri; “Laik, ateist, agnostik, aczmendi müsveddeleri” diye tanımlayan Ali Bulaç’tan da pek bir farkı yok.
Çarşamba, Nisan 07, 2010
LİKİT YUMURTA TİPİ GAZETECİLİK
BUGÜNKÜ BİRGÜN YAZISI:
Dünkü BirGün’ü okuyanlar, “yaftalamıyorlar hedef gösteriyorlar” başlıklı haberle fark etmişlerdir. ‘Yaftalamadan düşünenlerin gazetesi’ Zaman’da yumurta gibi bir haber çıktı geçen pazar. “Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan” ikilemini hatırlatacak kadar da ilginçti. “Haber mi niyetten, niyet mi haberden çıkar?” gibi bir soru sorduyordu insana. Çünkü belli bir niyetle oturulmuş gibiydi haber masasına. Son dönemde yapılan yumurtalı, ayakkabılı tüm protesto gösterilerini aynı sahanda pişiriyor ve “yumurtalı eylemlerin altından terör örgütü bağlantıları çıkıyor” gibi aceleci bir sonuca varıyordu.
Bir şeyi 40 kere söyleyince olurmuş derler, “madem köşe yazarları bu kadar etkili, muhabirlere köşe verin yorumlar değil, gerçek haberler gündeme gelsin” diye diye BirGün’deki bu 40. Köşe Vuruşu yazısında bunu başardım galiba. Ortada bir terslik var yalnız. Bu kez de muhabir, köşe yazarlığına heves edip haberin unsurları oluşmadan kendi yorumlarını saçmış ortalığa ya da haber editör masasında taklaya gelmiş bir şekilde. Bu hafta aslen bir köşe yazısında bile rastlanmayacak kadar yoruma dayalı bu haberi analiz etmek ve bu gazeteciliğin bir adını koymak istiyorum.
YUMURTA ERGENEKON İŞİ
Öncelikle bir uyarı yapayım. Siz siz olun bugünlerde sokakta yumurta ile yakalanmayın. Zira Zaman gazetesinin söz konusu haberine göre “yumurta atma” Ergenekon Örgütü’nün tarzıymış. Ergenekon Örgütü’nun tutuklu sanıklarının katıldığı birkaç eylemi inceleyerek bu sonuca varmışlar. Habere onunla ilgisi olmayan başka eylemleri de iliştirerek, “onlar da Ergenekon işi olabilir” gibi bir şüphe yaratmayı da başarmışlar. Çarşıda yumurta ile yakalanırsanız aklınızda bulunsun. Ertesi gün Ergenekon bağlantınız, menemen çeşitliliğiyle ortaya serilebilir yani.
İLERİ SÜRÜLDÜ HABERCİLİĞİ
Hemra Köse imzalı muhabirin ya da haberini gazeteye yerleştiren editoryal kadronun gazeteciliğin 6 temel kuralı 5N1K’yı hatırlamasında yarar var. Neden mi? Mesela, BDDK Başkanı Tevfik Bilgin’in Mersin Üniversitesi’nde uğradığı saldırı için şöyle bir ifade kullanılmış; “Saldırıyı gerçekleştiren Halkevleri isimli grubun yasa dışı terör örgütü DHKP-C ile bağlantılı olduğu ileri sürülmüştü.” İfadenin devamında bu bağlantının nasıl bir bağlantı olduğuna dair herhangi bir ipucu yok. “Samsun ve İstanbul’daki protestolarda Halkevleri isimli yapı etkili oldu.” gibi doğrudan hedef gösteren başka bir ifade de var. “Gazetecilik mi yapılıyor, ihbar mı?” orası belli değil. Nasıl etkili oldu, niye etkili oldu hiçbirinin cevabı yok çünkü.
ALAKAYA YUMURTA KIR
Çeşitli eylemlerin başta Ergenekon olmak üzere çeşitli örgütlerle bağlantılarını iddia düzeyinde ele alan bu haberin sonuna, geçtiğimiz yıl BirGün editörü Selçuk Özbek’in IMF Başkanı’na yönelik ayakkabılı protestosu da eklenmiş. Haberde yer alan “Selçuk Özbek'in yanında pankart açmaya çalışırken gözaltına alınan Z.Ç.’nin bir partinin İstanbul il örgütü üyesi olduğu belirtilmişti.” ifadesiyle ne anlatmaya çalıştıkları da muğlak. Birincisi, haberin başlığı: Yumurtalı eylemlerin altından terör örgütü bağlantıları çıkıyor; şeklinde. Eğer bu eylemin arkasında terör örgütü bağlantısı varsa “o nedir?” yanıt yok. Hadi diğerlerini “ileri sürüldü” gibi muğlak ifadelerle açıkladılar. Bu eylemde onu da yazamayacak kadar haberlerinden emin değiller. Yine onun altına iliştirilen, 19 Mayıs Üniversitesi’ndeki Ali Sabancı’yı protesto eyleminin de herhangi bir bağlantısı belirtilmemiş. Şimdi o eylemi gerçekleştiren öğrenci arkadaşlar zanaltında kalmadı mı? Polise, “biz gazeteciliğimizi yapamadık ama bu arkadaşların bir örgüt bağlantısı olabilir araştırın” mı demek istiyorsunuz? Bunun adı habercilik mi oluyor şimdi.
NEDEN LİKİT YUMURTA?
Bu yumurtalı haber örneğiyle açıklayalım. Haberi oluşturan asli unsurlar vardır. Haberin: Ne, Ne zaman, Nerede, Nasıl, Niye, Kim? sorularına cevap vermesi gerekir. Açık ki, bu zorlama haberde bu unsurlar oluşmamış. Yani yumurtayı dış etkenlerden koruyacak kabukları yok. Ama cıvık tarafı öylece ortaya serilivermiş. Kim nereye akıtırsa artık. O yüzden bu tarz gazeteciliğe “Likit Yumurta Tipi Gazetecilik” demek istiyorum. Zaman gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı, pazartesi yazılarında verdiği gazetecilik derslerinde bunu da ele alır umarım.
Çarşamba, Mart 31, 2010
MEDYAYA YENİ DERNEK ÖNERİLERİ
BUGÜNKÜ BİRGÜN YAZIM AŞAĞIDA DOSTLAR
Geçtiğimiz hafta, siyasi iktidara yakın medyanın önde gelen isimleri bir araya gelerek yeni bir dernek kurduklarını ilan ettiler. Medya Derneği adını verdikleri bu dernek için tanıma uygun bir şekilde ortak hedefler de belirlemişlerdi. Medyanın ve gazetecilerin kalite standartlarını yükseltmek, basın özgürlüğünün sınırlarını genişletmek ve medyadaki çeşitliliği savunmak bu hedeflerin başlıcalarıydı.
Dernek üyelerinden Ekrem Dumanlı, konuyla ilgili yazısında “mesleğin çıtasını yükseltmek” istediklerini vurguluyor ve “örgütlenme” hakkından söz ediyordu. Dernek Başkanı Salih Memecan ise, T24 internet sitesinden Selin Ongun’a röportaj veriyor, derneğin “gazetecilerin kalite standartlarını yükseltmek” amacını ve Dumanlı’nın söz ettiği ‘örgütlenme hakkını’ unutmuş gibi görünüyordu. Memecan, soğukkanlılıkla “ATV-Sabah grevi bizim alanımız değil, çalışan hakkını aldı alamadı; bunlar başka konular” diyebiliyordu. Gazetecinin çalışma koşullarını iyileştirmeden, kalite standartlarını yükseltilebileceği gibi fantastik bir çelişki içindeydi kendisi. Bizimcity’e bağlanmıştı ve kopmaya niyeti yok gibiydi.
Mademki, tasfiye edilecek gazeteciler listesi yapanlar, medyadaki çeşitliliği savunmak için bir araya gelebiliyor. Mademki, “gazeteci hakkını aldı, alamadı bunlar başka konular, bizim alanımız değil” diyenler, gazetecilerin kalite standartlarını yükseltmek için dernek kurabiliyor, öyleyse daha nice dernekler kurulabilir bu sektörde. Ali Kırca’nın ATV yıllarından hatırladığımız tonlamasıyla, şimdi ‘Bizimderneklere’ bağlanalım, dernek önerilerimizi şöyle bir sıralayalım.
‘YANDAŞ MEDYA’DAN DIŞLANANLAR DERNEĞİ
Son günlerde yeni bir mağduriyet kategorisi daha oluştu. ‘Yandaş Medya’nın en hararetli kalemlerinden Fikri Akyüz’ün, Fatih Altaylı’ya yazdığı mektup bu kategoriyi iyice açık etti. Muhafazakâr ve liberal denilen bazı yazarlardan tiksindiğini söyleyen Akyüz, Mustafa Karaalioğlu’na küçük bir eleştiri yaptığı için nasıl dışlandığını aktarıyordu. Artık o cenahın hiçbir medyasında kendisine konuşma hakkı tanınmadığını belirten Akyüz, bu kesimdeki bazı yazarların iktidardan nemalanarak güç sarhoşluğu içine girdiğini içeriden biri olarak itiraf ediyordu. Fikri Akyüz gibi hâlâ AKP yanlısı olmasına rağmen, küçük eleştiriler yüzünden saadet halkasının dışına atılan bu yazarlar için de dernek şart. Çünkü mevki ve çıkar paylaşımında pasta büyüdükçe, onların sayısı artacak gibi.
KÖŞE YAZARLIĞINI KURTARMA DERNEĞİ
Medyada sadece geçen hafta köşe yazarlığı kurumuna getirilen özeleştiriler bile bu kurumun itibarının bir an önce kurtarılması gerektiğini hatırlattı. Cüneyt Ülsever’in, “Pahalandıkça ucuzlayan meta: Köşe yazarlığı” yazısı ve Mehmet Ali Kılıçbay’ın Newsweek Türkiye dergisindeki yazısı, Türkiye’de köşe yazarlığının içler acısı halini ortaya koyuyordu. Yine Ahmet Hakan ve Selahattin Duman’ın Başbakan’ın neden köşe yazarlarını kahvaltıya çağırmaması gerektiğini belirten yazıları, köşe yazarlığı kurumunun itibarıyla dalga geçme niteliğindeydi. Buralardan hareketle köşe yazarları bir an önce mesleklerinin itibarını kurtarmak için dernekleşmeliler bence.
BAŞBAKAN MAĞDURLARI DERNEĞİ
Gün geçmiyor ki, Başbakan bir köşe yazısına sinirlenmesin; yandaş, karşıt ayırmadan azarlamasın. Başbakan’ın köşe yazarlarının ne yazdığına bu kadar dikkat ettiği, hatta onları kontrol etmesi için patronlarını tehdit ettiği ortama bir dernek daha lazım. Başbakan’dan zılgıt yiyen köşe yazarları acilen bir araya gelmeli ve güçbirliliği yapmalılar.
Saymaya kalksak daha pek çok dernek önerisi yapabiliriz ama yerimiz dar. Şimdilik bunlarla yetinelim. Her köşe başında bir derneğin olduğu, hatta lokal açmak için bile paravan derneklerin kurulabildiği ülkeye bir Medya Derneği fazla değil elbette. Ama gazetecilerin kalite standartlarını yükseltmek gibi bir hedefle yola çıkıp, “gazeteciler haklarını almışlar, alamamışlar bizi ilgilendirmez” deme çelişkisine itiraz etmemek de mümkün değil. Yoksa düğün olmuş, dernek olmuş, hacı hacıyı Mekke’de, hoca hocayı tekkede bulmuş kimin umrunda.
Çarşamba, Mart 24, 2010
KÖŞELERİ YAZSAM DİZİ OLURDU
BUGÜNKÜ BİRGÜN YAZIM TASTAMAM AŞAĞIDA:
Hürriyet’le inşa ettiği gazetecilik türünün adını ‘sit-com gazeteciliği’ koymuştu vaktiyle Ertuğrul Özkök. Bu tanım üzerine en güzel yorum da Umur Talu’dan gelmişti bir televizyon programında. Özkök’ün sit-com filan gibi isimler koyarak kendi gazetecilik zaafının bir teorisini yaptığını söylemişti Talu. Kolay haberciliğin bir sonucuydu sit-com. Sıradan haberleri allayıp pullamak ya da gazetecinin bizzat kendisinin haber olması yetiyordu bu gazetecilik türü için.
Ertuğrul Özkök, kendi teorisini sit-com diyerek daraltsa da, aslında bu aralar köşelerde yaşananlar bildiğiniz dizi film formatında. Komedi de var dram da, aşk da var ihanet de. Artık manzara sit-com’un da ötesinde. Köşelerdeki hangi olay, hangi diziyi çağrıştırıyor. Hepsi, hemen şimdi Köşe Vuruşu’nda…
İHANET ONLARI AYIRDI
Her şey Başbakan’ın, Türkiye’de kaçak çalışan Ermenileri kovma tehdidiyle başladı. Buna yandaşlığıyla bilinen bazı köşe yazarları bile isyan etti. Onların isyanı üzerine Başbakan, eski dostlukları unutup “Siz kimin avukatısınız?” diye gürledi. Mevzubahis köşe yazarlarına göre bu bir ihanetti. Köşe yazıları havada uçuştu. Buraya kadar yaşananların hangi diziyi anımsattığını çıkaramadıysanız ben yazayım: Ezel… Özellikle Cengiz Çandar’ın “Başbakan’a sorular” ve “Kimin mi avukatıyım?” başlıklı son iki yazısını okumuşsanız söylediğimi daha iyi anlayacaksınız. Mealen, biz en zor zamanlarında yanında durduk, senin şu yaptığın ihanete bak, diyor Cengiz Çandar. Tahminimce onun kadar kırgın birkaç kişi daha var. Ezel dizisinin sloganı; “ihanet onları ayırdı, intikam birleştirecek” şeklinde. Bakalım dizinin ilerleyen bölümlerinde neler olacak? İntikam mı alınacak, barış mı sağlanacak? Her ne kadar uluslararası literatürde Amca diye anılsa da senaryo gereği Dayı yapacağımız Sam Dayı, daha ne kadar sessiz kalacak? Yani anlayacağınız gerilim giderek tırmanıyor sevgili izleyiciler.
DURUN, SİZ KARDEŞSİNİZ!
Geçen haftanın en ilginç olaylarından biri de Star gazetesi köşe yazarı Şamil Tayyar ile Sabah gazetesi arasındaki tartışmaydı. Şamil Tayyar, Sabah’ı son Fadime Şahin haberlerinden yola çıkarak, Veli Küçük ve JİTEM hakkındaki iddiaları çürütmeye çalışmakla suçladı. Sabah gazetesi ise Medyatava aracılığıyla yaptığı özel açıklamayla Şamil Tayyar’a çok sert çıktı. Özetle, “bırak bu hezeyanları, bizi Ergenekoncuları aklamakla suçlayamazsın” dediler. Tartışmaya bakınca “Durun, siz kardeşsiniz!” demek geliyor insanın içinden. Yandaş medyanın bu iki cephesinin birbirine düşmesi, Yaprak Dökümü’ndeki Ali Rıza Bey’in çocuklarının birbirine düşmesine benziyor. “Hangimiz daha fazla Ergenekon karşıtıyız?”dan çıkan tartışma, saadet dolu bir yuvayı yıkıma götürüyor. Sanki sonbahar yaklaşıyor.
AŞK ÇOK KİŞİLİKTİR
Geçtiğimiz hafta köşelerde dikkat çeken bir başka tartışma ise iki eski dost arasında Hıncal Uluç ve Haşmet Babaoğlu arasında patlak verdi. Bir zamanlar Yaşamdan Dakikalar’da birbirlerine şiir okuyacak denli yaşanmışlıkları olan bu iki eski dost, şimdi “aşkın kaç kişilik olduğu?” gibi soyut bir kavram üzerinden atışıyorlar. Bir taraf, Aşk-ı Memnu’daki Ednan Bey gibi aşkın hâlâ iki kişilik olduğunu savunurken, diğer taraf, “Hayır efendim aşk tek kişiliktir” kime olursa olsun kişi kendi başına yaşar diyor Bihter bencilliğiyle. Şiirler, aforizmalar havada uçuşuyor, taraflar bir türlü uzlaşamıyor. Aşk-ı Memnu’ya bakarsanız Ednan Bey, Bihter, Behlül, Nihal, Matmazel, Beşir vs. derken bayağı kalabalık bir aşk yekünü çıkıyor. Bu yüzden tartışmaya değmez diyorum bu iki usta köşeciye. Aşk kalabalıktır. Ama siz gelin ortada buluşun, aşk 1,5 kişiliktir üzerinde uzlaşın diye ekliyorum. Sonra da bir ocakbaşı restorana gidip 1,5 Adana üzerine künefe ile kutlayın bu barışmayı.
Gördüğünüz üzre sit-com’un çok ötesinde senaryo çeşitliliği var köşelerde. Yani yerimiz olsa her diziye eşdeğer bir köşe mevzusu bulabiliriz. Yani özetle, köşeleri yazsak dizi olur bir nevi. Hem de nasıl olur biliyor musunuz? Rating rekorlarını altüst edercesine.
Çarşamba, Mart 17, 2010
KÖŞE YAZARLIĞI NASIL KURTULUR?
BUGÜNKÜ BİRGÜN YAZIM AŞAĞIDA DOSTLAR:
Serdar Turgut geçtiğimiz hafta “Gazeteciler hayatı anlamıyor” başlıklı bir yazı yazdı. Bu yazıda gazetecilerin insanı hafife
aldığını, haberi ve yorumu yazış biçimiyle insanı ve olayları tek boyuta indirgediğini söyledi. Ancak köşe yazarlarının bu tarz gazetecilere fazla alan bırakmadığına pek değinmedi. Serdar Turgut’un gazetecilerde eksik gördüklerinin, aslında köşe yazarlığının ortaya çıkma nedeni olduğunu, ama köşe yazarlarının bunu çoğunlukla unuttuğunu düşünüyorum şahsen. Bu yüzden Köşe Vuruşu’nda, yeri geldikçe köşe yazarlığının cartayı çekecek bir müessese olduğunu yazdım. Buna gerekçe olarak; Facebook, Twitter, bloglar yani topluca sosyal medyayı ve orada köşe yazarlarının yaptığı lakırdının çok daha niteliklisini yapan isimsiz yazarları gösterdim.
Serdar Turgut’un söz konusu yazısı daha önce okuduğum başka bir yazıyı da hatırlattı. 36 yıl öncesinden gelen bu köşe yazısı, tartışmanın yeni olmadığını gösteriyor. O köşe yazısının sahibi Cemal Süreya. Yazı, 3 Mayıs 1976 tarihinde Politika gazetesinde yayımlanmış, yazarın YKY tarafından Günübirlikler ismiyle derlenen kitabında da yer almış. O yazıdan yola çıkarak bu haftaki Köşe Vuruşu’nu doğrudan ceza sahasına yollamak yerine, kısa pasla açıyorum. Buyrun, şair tarafıyla ruhumuzu besleyen Cemal Süreya’dan bir de gazetecilik dersi almaya…
YENİ GAZETECİLİK
Cemal Süreya’nın söz konusu yazısının başlığı bu. Yeni gazeteciliğin en büyük temsilcisi olarak da Amerika’da yaşayan Art Buchwald’ı gösteriyor. Buchwald o dönemin en çok kazanan gazetecisiymiş. Çünkü, diğer meslektaşlarından farklı olarak haber denilen tek boyutlu olguyu kendine özgü bir humour’la ele almış, bir bakıma hikâyeleştirmiş. Yani habere boyut kazandırmış, insanların üzerine düşünmesi gereken kapılar açmış. Aslında bir nevi köşe yazarıymış 2007’de hayatını kaybeden Buchwald. Ama bir edebiyatçı kıvraklığına sahipmiş aynı zamanda.
KÖŞE YAZARI NE YAPMALI?
Süreya, her ne kadar ‘gazeteci’ diye adlandırsa da yazısında önüne haberin ham halinin geldiği bir iletişim adamından bahsediyor. Bu açıdan bakıldığında bugünün köşe yazarına karşılık gelen görevliye, önüne gelen haberle ilgili dört temel rol biçiyor: Yalınlaştırmak, Yoğunlaştırmak, Seçmek ve Bireştirmek. Cemal Süreya’ya göre bu rollerden en yaratıcı olanı Bireştirmek. Yani işe kişisel kanılarını ve görüşlerini katarak, haberi çok boyutlu olarak ele almak. Süreya, bu yazarlığın en belirgin örneğinin de o yıllarda gazetecilik yapan ünlü romancı Norman Mailer olduğunu belirtmiş.
EMRE AKÖZ ÖRNEĞİ
Eğer köşe yazarları Cemal Süreya’nın bahsettiği gibi habere adeta bir edebiyatçı gibi yaklaşırlarsa, olayın çok farklı boyutları olduğunu fark ederler. O zaman yemek yediği restoranın garson ve aşçı bulamamasından yola çıkan köşe yazarı Emre Aköz gibi, “gençlerimiz iş beğenmiyor, 1.000 liraya işler var halbuki” gibi büyük ve saçma laflar etmezler. Bahsettiği tarzda işlerin kimler tarafından, günde kaç saat çalışarak ve hangi psikolojiyle yapıldığını, insanların nasıl sömürüldüğünü anlarlar. Düşünsenize Emre Aköz’ün, köşesinde, Orhan Kemal okumuş, sırtını zaman zaman edebiyata verebilen bir köşe yazarı olduğunu. Öyle biri, hiç böyle bir genelleme yapabilir mi? Gerçi Emre Aköz’ün bırakın roman okumayı, işsizlik rakamlarına bakması bile o yazıyı yazmaması için kâfi ama, bakmamayı tercih ediyorsa vardır bir nedeni. “Bir genç için 1.000 lira az para mıdır?” diyen Emre Aköz, o 1.000 lirayla sözünü ettiği restoranlarda kaç kere yemek yendiğini de açıklarsa gençlerimiz biraz daha aydınlanır.
Uzun lafın kısası, Serdar Turgut’un gazetecilere biçtiği rolü günümüzde aslen köşe yazarları üstlenmelidir. Köşe yazarlığının çıkış sebebi de, kurtuluş formülü de budur. Olaylara tek boyutlu yaklaşan gazetecilikle, daha boyutlu yaklaşıp elle tutulur kılan edebiyatçılık arasında bir köprü olmalıdır köşe yazarı. Öyleyse diğer lakırdıları blog ve sosyal medya yazarlarına bırakıp, köşeleri haberi boyutlandıracak yazarlara bırakalım. Yani dağdaki Kürtlerin dönüş haberini, “Rojin’i dağa kaldırma fantezisi” boyutuyla ele alan Serdar Turgut, bunu da hesaba katsın. O zaman, bahsettiği sorunların çok karmaşık ve boyutlu olduğunu belki görebilir. Serdar Turgut’un gazetecilikle ilgili yazısının son cümlesi gibi; “Bu, bugün Türkiye’de demokrasinin yerleşmesi açısından atılabilecek en önemli adımlardan birisidir”.
Çarşamba, Mart 10, 2010
KÖŞELERDEN SORUMLU BAKANLIK, NEDEN OLMASIN?
BUGÜNKÜ BİRGÜN YAZIM:
Geçen hafta gündemin yıldızı, gaf konusunda hat-trick yapan Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Aliye Kavaf oldu. Kavaf, önce televizyon dizilerini sakıncalı bularak ebeveyn izleme kurulları gibi muğlak bir oluşumun insafına bırakma, yani bir tür sansür uygulama niyetini açıkladı. Ardından verdiği röportajda, severek izlediği ve önemli mesajlar aldığı tek dizinin Kurtlar Vadisi olduğunu belirterek; öpüşme-sevişme olmasın ama silah ve şiddet olabilir icabında gibi bir algıya yol açtı. Sonuncu gafını ise “eşcinsellik hastalıktır, tedavi edilmesi gerek” vurgusuyla yaptı.
Bakan Kavaf’ın, toplumu zapturapt altına alma şevki nedeniyle Başbakan’a ilham kaynağı olmasından korkuyorum açıkçası. Kimsenin aklına bir şey getirmek istemiyorum ama yazmadan da duramayacağım. Başbakan, hazır köşe yazarlarına bu kadar takmış durumdayken, ister misiniz bir de Köşe Yazarlığından Sorumlu Devlet Bakanlığı icat etsin. Bunun başına da geçen haftaki çıkışından ilhamla Aliye Kavaf’ı getirsin. Çocuklar mazallah 7 yaşında okumayı öğreniyor, gazeteler de uluorta satılıyor deyip bir taşla iki kuş vurmaya kalksın. Görelim bakalım o zaman neler olur?
EKŞİ İLE BABAHAN YILDIZLAŞIR
Geçtiğimiz hafta, köşe yazarlığı alemi, Bakan Kavaf’ın Meclis’ten hiç de yabancı olmadığı üslupta bir tartışmaya sahne oldu. Konusundan ziyade üslubuyla öne çıkan tartışmada Oktay Ekşi’nin “o bacaksızı doğduğu yere kadar kovalayacağım” sözüne, Babahan’dan “Ekşi suratlı adam bir daha anneme laf edersen seni doğduğuna pişman ederim” gibi bir yanıt geldi. Kendisi Kurtlar Vadisi izleyicisi olan Bakan Kavaf’ın, biri eski kurt, biri Eşrefpaşa delikanlısı bu iki yazarın şiddet dolu polemiğini hoş karşılayacağını umuyorum. Yani Kavaf’ın olası Köşe Yazarlarından Sorumlu Devlet Bakanlığı’nda yıldızlaşabilir bu isimler. Aralarına Şamil Tayyar ve Ahmet Kekeç gibi üslup açısından Meclis ortalamasını rahatlıkla tutturabilecek yazarları da alırlarsa şahane bir polemik ekibi oluşur. Şiddet düzeyi açısından Kurtlar Vadisi’ni aratmaz hem. Hep mi Kurtlar Vadisi diye itiraz eden olursa, Oktay Ekşi-Ergun Babahan ilişkisinde, aslında başka bir iktidar senaryosunda Ezel dizisinin dayısıyla yeğenini oynayacak potansiyel de görüyorum ben.
AYŞE ARMAN TEHLİKEDE
Dizi filmlerdeki erotik sahnelerden ‘irrite’ olan Bakan Aliye Kavaf’ın, Ayşe Arman’a tahammül etmesi de zor görünüyor. Düşünsenize dizilerdeki bazı sahnelerin kontrolü için Ebeveyn İzleme Kurulu oluşturmayı bile düşünüyormuş Aliye Kavaf. Hatta olmazsa şifreli kanala da alınabilirmiş televizyon dizileri. Bunları duyunca tabii ister istemez insanın aklına haftada en az bir kere seks bahsi açmadan durmayan Ayşe Arman geliyor. Hem bu Ayşe Arman, bununla da kalmıyor ki, gidiyor eşcinsel hakemle falan röportaj yapıyor, üstüne üstlük Bakan Kavaf gibi tedavi olmasını da önermiyor eşcinsellere. Köşe yazarlarının kontrolü Bakan Kavaf’a verilirse Hürriyet gazetesi Ayşe Arman’ın yazdığı günler poşetle çıkabilir yani.
ESRA EROL YÜKSELİR
Televizyonda meşhur olup köşe yazmaya başlamış pek çok isim var. Köşe yazarları, toplumu disipline etmeye meraklı Bakan Aliye Kavaf’ın sorumluluğuna verilirse televizyondan tanıdığımız bir isim özellikle yükselebilir. Kim derseniz, Esra Erol. Niye derseniz, tam da Aliye Kavaf’ın idealindeki gibi aileler kurmaya çalışan program yapıyor bir defa. Eşcinsellere karşı tutumu, tıpkı Bakan Kavaf gibi. Üstüne üstlük geçtiğimiz günlerde AKP’yi eleştiren bir konuğu stüdyodan da kovdu. Yani Başbakan’ın Türkiye’de arayıp bulamadığı ideal köşe yazarı olur Esra Erol. Öyle Yunanistan’a falan gitmeye gerek kalmaz böylece.
Bu ne böyle; ‘yengemin bıyığı olsa amcam olurdu’ yazısı demeyin? Bakanların bunları söyleyebildiği, Başbakan’ın köşe yazarlarını patronlarına şikâyet ettiği, Başbakan Yardımcısı’nın gazetecilere “Tuu size…” dediği ülkede her şey olur. Köşe Yazarlarından Sorumlu Bakanlık kurmak da ancak böyle bir iktidara nasip olur. Köşe Vuruşu her zaman köşecilere vuracak değil ya, top bazen kafalardan seker, ‘şeref’ tribünündekilerin kucağına düşer.
Çarşamba, Mart 03, 2010
MEDYA PATRONLARINA TAVSİYELER
BU HAFTAKİ BİRGÜN YAZIM:
Başbakan Erdoğan’ın köşe yazarlarına biçtiği payelere bir yenisi eklendi geçen hafta. Daha önce kendilerini ‘ülkenin huzurunu bozmakla’ ve ‘kendisine gaz vermekle’ itham eden Erdoğan, bu kez piyasalardaki düşüşü köşe yazarlarına bağlayarak, onları patronlarına şikayet etti. ‘Maaşını sen veriyorsun, yazacaklarını da sen belirle’ düz mantığıyla hareket eden Başbakan, ‘köşe yazarına hâkim ol!’ deyiverdi medya patronlarına. Aslında ‘yandaş’ diye adlandırılan bir kısım medyanın çalışma prensibi hakkında ipucu verebilir bu sözler. Köşe yazarına olduğundan daha fazla önem atfettiği gibi, medya patronuna gazeteciliği emanet edecek kadar vahimler aynı zamanda.
Oysa aynı Başbakan, daha 13 Şubat 2010’da yaptığı açıklamada; bu kez medya patronlarını çalışanlarına şikâyet etmiş, özetle; siz önce ‘iş takibi yapan patronlarınızı’ takip edin demişti. Anaakım medya elbette Başbakan’ın bu açıklamasını son olaydaki kadar büyük görmedi. Biz de Doğan Akın’ın T24 sitesindeki yazısından öğrendik. Bir yandan medya patronlarını medya gücünü kullanarak iş takibi yapmakla suçlarken, diğer yandan o patronların köşe yazarlarına istediklerini yazdırabilmeleri gerektiğini savunmak Başbakan şahsında AKP mantığının nasıl bir şey olduğunu göstermesi açısından manidar.
Madem köşe yazarları bu kadar etkili, madem Başbakan’ın düşüncesine göre patronlarının onlara istediğini yazdırması gerekiyor, medya patronlarına bazı tavsiyelerim olacak bu hafta. Zira Köşe Vuruşu mazlumun yanındadır; Başbakan’dan zılgıtı yiyen medya patronlarını bile yalnız bırakmaz.
BORSA UZMANLARINI KÖŞE YAZARI YAPIN
Piyasalar köşe yazarlarının ağzına bakıyor ve Başbakan piyasalardaki düşüşü köşe yazarlarına bağlıyorsa, işin kolayı var. Spor sayfası dahil tüm köşeleri borsanın gidişatına hakim uzmanlarla doldurabilirsiniz sevgili medya patronları. Onlar da hayali mutluluk tabloları yazarak, piyasaları düzeltebilir pekâlâ. Milli Takım Dünya Kupası’na gitmiş hatta Yaprak Dökümü’ndeki Ali Rıza Bey hayatında ilk kez mutlu olmuş gibi bile yazabilirler yani. Gülümseyen köşe fotoğrafları da koyarsak piyasaların önünde hiçbir engel kalmaz. İşsizlik tavana vurmuş, yoksulluk kasıp kavurmuş kimin umrunda. Köşe yazarları piyasaları coşturma kabiliyetine sahipse versinler gazı, böylece sizler de Başbakanla iyi tutun aranızı.
İŞ TAKİBİNİZİ YAZARLARA YAPTIRIN
Başbakan’ın ‘siz önce iş takibi yapan patronlarınızı takip edin’ beyanatı size ilham verebilir sevgili medya patronları. Madem ki, Başbakan sizin iş takibi yapmanızdan rahatsız, siz de iş takibinizi köşe yazarlarına yaptırın. Görülmemiş, denenmemiş şey değil zaten. Başbakan’ın ikide bir sataşacağı kadar güçlüyse bu köşe yazarları, iş dünyasında pek çok kapıyı açabilir yani. İş takibine koşturan köşe yazarlarının da hükümetle uğraşacak mecali kalmayacağından Başbakan çok memnun olur bu işe.
AKİF BEKİ KÖŞESİ OLUŞTURUN
Yine Zaytung haberi gibi olacak ama, her gazetede tıpkı sağlık köşesi, ekonomi köşesi, eğtim köşesi gibi bir de Akif Beki köşesi oluşturulsa Başbakanımız mutlu olacaktır. Akif Beki sadece bir tane olduğundan ve Radikal gazetesinde yazdığından Akif Beki ismini kavram olarak ele alacak diğer köşeleri, başka köşe yazarları kullanabilir. Başbakanlık Sözcülüğünden emekli Akif Beki’nin köşe yazarlığına getirdiği yeni açılımlardan feyz alacak yazarlar Akif Beki köşelerinde hünerlerini sergileyebilirler. Başbakan’ın kahvaltısına gelmeyen sanatçılara verip veriştirebilir, Başbakan’a dil uzatan diğer köşe yazarlarıyla polemik vazifesini üstlenebilirler. Başbakanın bu işten çok memnun kalacağına hiç şüpheniz olmasın.
SON TAVSİYE BAŞBAKAN’A
Başbakan köşe yazarlarını öyle güçlü ve etkili bir yere konumluyor ki, bir bildiği var diye düşünmek istiyorum. Yeri geliyor ülkenin huzurunu bozuyor, yeri geliyor piyasaları düşürüyorlar. Bu yazarlar o kadar güçlüyse bakanlar kurulunu onlardan oluşturmakta iyi bir fikir olabilir yani. Bakan sorumluluğunu üstlenince ülkenin huzurunu bozmaz, piyasaları düzeltirler bakarsınız. Yalnız bu işin sonu iyi olmayabilir. Oturduğu yerden memleketi kurtarma ya da batırma kudretine sahip bir de akşamcılar vardır biliyorsunuz, kimseye zararları yoktur ama köşe yazarlarından sonra görev sırası onlara gelirse, partinin tabanı sert tepki verebilir
Çarşamba, Şubat 24, 2010
GAZETECİLİĞİ HANGİ 'KÖŞE'YE SAKLADINIZ?
BUGÜNKÜ BİRGÜN YAZIM:
Marketing Türkiye’nin Estima Araştırma’ya yaptırdığı, Medyatava’nın da manşete taşıdığı “Medyaya duyulan güven araştırması”nın sonuçları çok çarpıcı. Zaten Medyatava da araştırmayı haberleştirirken “medya sektörünü epey karıştıracağa benziyor” yorumunu yapmış.
Evet, normal bir ülkede eğer halkın %63.3’ü medyadaki bazı gündem maddelerinin doğruluğuna inanmıyorsa, %69.3’ü medyanın bilinçli olarak bilgi kirliliği yarattığına inanıyorsa o ülkenin medyası karışır. Ancak bizim ülkemizde böyle olmadı. Baş döndürücü hızla değişen gündemin şehvetine kapılan medya, bu araştırmanın sonuçlarıyla ilgilenmedi. Demek ki, yine araştırmadan çıkan sonuca göre halkın %35.5’inin medyanın gündemini takip etmekten vazgeçmesi, hiç boşuna değildi. Zira medya, halkın gündemini takip etmekten zaten çoktan vazgeçmişti.
Halkın medyaya olan güvensizliğinin artmasının pek çok nedeni olabilir. Bana kalırsa bunlardan en önemlisi, muhabirlik ya da klasik anlamıyla gazetecilik karşısında köşe yazarlığının bu denli yükselmesi. Acaba, köşe yazarlarının bu güvensizlikte nasıl bir rölü var?
BİLGİ YETERSİZLİĞİ
Ergenekon davasının seyir şeklinin ülkede büyük bir kutuplaşma yarattığı malum. Bu kutuplaşma da ortadaki yetersiz bilginin farklı yorumlarını beraberinde getirdi. Haberlerin neredeyse yorum niteliği kazandığı ortamda köşe yazarları da yorumun yorumunu yapan adamlar haline geldi. Bu açıdan, BirGün’den köşe yazarı arkadaşım Özgür Mumcu’nun 19 Şubat tarihli yazısının satır aralarını iyi okumakta fayda var. Ortada henüz ‘maddi gerçek’ bile yokken, ‘ gün yorum günü değil’ gazetecilik günüdür demiş Özgür ve köşe yazarlarının değil, muhabirlerin öneminin anlaşılacağı bir dönemde olduğumuzu vurgulamış. Haberin olmadığı yerde köşe yazarının Abdurrahman Çelebi olması şaşırtıcı değil. Son iki dünya kupasına katılamayacak kadar futbolu kısır bir ülkede bu kadar futbol yorumcusunun olması kadar olağan bir durum artık bu.
DEMODE GAZETECİLİK
Bu yıl törenler ve övgülerle emekli edilen Hürriyet’in ‘efsanevi’ genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök eseriyle ne kadar gururlansa az. Çünkü çok değil, bundan 5-6 yıl önce Uğur Mumcu ve Abdi İpekçi tipi gazeteciliği demode ilan edip, yeni kuşakların onları örnek almasını çağdışı bulmuştu kendisi. Hal böyle olunca bir zamanların amiral gemisi Hürriyet’le bugün iflas etmiş ‘sakat gazetecilik’ tarzını inşa etti Özkök ve şürekâsı. Bugün ortada sosyetik bir restoranda yediği yemeğin yağ oranını bile mesele edip, Ergenekon gibi kritik bir süreçte ‘maddi gerçeği’ mesele etmeyen ‘gazeteci’ler dolaşıyorsa, bu sit-com’un Türk medyasına güzide bir katkısıdır. Uğur Mumcu ve Abdi İpekçi yerine, Ertuğrul Özkök ve benzerlerini örnek alan ‘çağdaş’ gençlerin başarısıdır.
YANDAŞ MEDYA İŞİN BAHANESİ
Hiç yandaş medyaydı, iktidar özgür medyayı susturuyordu bahanelerine sığınmayalım. Siz ‘haber’ denilen olguyu öldürüp yerine yorum koyar, muhabiri önemsizleştirip aslen bir yorumcu olan köşe yazarını yüceltirseniz, birileri gelir bunu kendi çıkarlarına hizmet eder hale getiriverir. Bir yerlerden servis edilen bilginin araştırılmadan, kaynağının güvenilirliği sorgulanmadan haber diye sunulması da işte böyle medyaya güvensizlik yaratır. Yani bugün aradığımız tüm soruların cevabı, elbirliğiyle yok edilen araştırmacı gazeteciliktedir. İktidar medya üzerinde baskı kurdu bahanesi, siz ortamını yaratırsanız elbette kurar diye çürütülmelidir.
KUŞAĞIM ADINA SORUYORUM?
Bu konuyu birkaç kez tekrarlamış olabilirim. Ama zaten kimi zaman mizahın sınırlarına çektiğim Köşe Vuruşu’nun varoluş sebebi bu. Onun için ne kadar tekrarlasam az. Çünkü, demode ilan edilen o gazeteciliği bir çocukluk hatırası olarak hatırlayıp arşivlerde yad ediyorsam kuşağım adına bunu sormaya hakkım var. Başbakanın kahvaltısına gitmeyen sanatçıları nezaketsizlikle suçlayıp onlara sanatçılık öğretmeye kalkan bu Akif Beki’lerin nasıl yaratıldığını sormaya hakkım var? Çünkü, o gazeteciliği bu ‘köşe’lere saklayan insanlar hâlâ gözümüzün önünde. Hatta iktidarın medyaya baskı uyguladığını söyleyip mağdur gazeteci pozları bile takınıyorlar. Yandaş medya bir sonuçtur. Ben asıl nedenlerine soruyorum? Hangi köşeye sakladınız gazeteciliği? Bulamıyor musunuz? O zaman o köşelere, kaldıysa sizin tabirinizle ‘eski moda’ muhabirleri yerleştirin ki, gazetecilik görelim.
Çarşamba, Şubat 17, 2010
KÖŞE YAZARLARINDAN ŞOK HABERLER!
BUGÜNKÜ BİRGÜN YAZIM:
Son zamanlardaki en büyük eğlencem Zaytung diye bir internet sitesi. Zaytung.com adresindeki siteyi bilmeyenler için kısaca anlatayım. Dünyada The Onion başta olmak üzere çeşitli örnekleri olan bu format, gerçek olmayan haberler üreterek mizah yapmak üzerine kurulu. Zaytung’un bugüne kadarki muadillerinden en büyük farkı, çok ince bir mizah ve pırıltılı bir zekâ üzerine kurulmuş olması.
Ben de çok sevdiğim Zaytung’culardan esinlenerek onlar gibi yazmayı denedim bu hafta ve köşe yazarları dünyasından ‘şok’ haberler vermek istedim. Topu kalecinin uzanamayacağı köşeye göndermeniz ümidiyle; bu haftanın Köşe Vuruşu’nu yolluyorum.
KENDİ GAZETESİNE GİREMEDİ
Yıllarca gazeteye uğramayan ve ısrarla köşesindeki fotoğrafı da değiştirmeyen köşe yazarı Hikmet Fotoşop, aniden çalıştığı gazeteye gitmeye karar verince şoka uğradı. Gazetenin güvenlik görevlileri tarafından tanınmayarak içeriye alınmayan yazar, duruma isyan etti. Gazetenin güvenlik müdürü Nihat Doğan SLX ise yaptığı açıklamada ekibini savundu. Hikmet Fotoşop olduğunu iddia eden kişinin, köşesindeki fotoğrafla arasında en az 50 kilo ve 30 yaş fark olduğunu söyleyen Doğan SLX, “ben gördüğüme inanırım kardeşim” diyerek sözlerini noktaladı. Yazar, yapılan DNA testi sonucu Hikmet Fotoşop olduğunu kanıtlayabilirse gazetesine girecek. Hikmet Fotoşop’un bir süre önce kendi gazetesini okumadığı da ortaya çıkmıştı.
PORNO ZULASINI BULUNCA YIKILDI
Senelerdir oğlunun günlük hayatını anlatarak köşesini dolduran köşe yazarı Sema Sarman, oğlu büyüyünce ne yapacağını şaşırdı. Köşe yazısını yazmak üzere oğluyla ortak kullandığı bilgisayarın başına oturan Sarman, merakla “Ödevlerim” isimli klasörü tıklayınca dünyası yıkıldı. Klasörde oğlunun porno zulasıyla karşılaşan Sarman, gazetemizin Tırtıl ekine verdiği röportajda sık sık gözyaşlarına boğularak, artık oğlunun günlük hayatından söz edemeyeceğini’ belirtti. “Milf’den mi söz edeyim, teen’den mi yoksa sex teacher’dan mı?” diye isyan eden Sarman, yazarlık kariyerinin devamı için yeni bir çocuk yapmayı yahut kedi edinmeyi düşünüyor.
KYKD UYARDI: Yıllık izninizin tamamını
bir kerede kullanmayın!
Asabi köşe yazarı Uluç Ardıç, ilk kez yıllık izninin bir bölümünü değil de tamamını kullanmaya kalkınca yarısında cinnet geçirdi. Aynı gün içinde altı farklı kavgaya karışan Ardıç, güçlükle sakinleştirildi. Uzun süre yazı yazamadığı için sinirini atamadığı belirtilen Ardıç, mahalle esnafı, eşi, taksici, apartman yöneticisi, banka memuru ve sokak köpekleriyle aynı gün içinde kavgaya tutuşmayı başardı. Hastanede ziyaret ettiğimiz Uluç Ardıç, “gerçek hayatta polemik çok tehlikeliymiş” diyerek durumdan ders çıkarmayı da ihmal etmedi. Gelişme üzerine acil bir açıklama yapan Köşe Yazarlarını Koruma Derneği Başkanı Nihat Doğan SLX, diğer köşe yazarlarını “yıllık izinlerinin tamamını bir kerede kullanmamaları” yönünde uyardı.
ZEYTİN BİTTİ, KÖŞE GİTTİ!
İsviçreli Bilim Adamları, zeytinin içinde kanserojen madde olduğunu kanıtlarıyla ortaya koyunca ülkemizde zeytin tüketimi ve zeytin ağacı romantizmi aniden bitti. Zeytin tüketimindeki bu ani düşüş bir köşe yazarını işinden etti. Yıllarca zeytin ve zeytin ağacı romantizmi üzerine köşe yazan İsmet Zeytinoğlu’nun köşesine, misyonunu tamamlaması nedeniyle son verildi. Gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Nihat Doğan SLX ise “yazarımızı zeytin ağacı romantizmine olan ilgi nedeniyle tutuyorduk; artık zeytinin çağrışımı farklı, yapacağımız bir şey yok” diye kendini savundu. Doğan SLX, açıklamanın hemen ardından ‘çınar ağacı bilgeliği’ üzerine yazacak yeni yazarı Saffet Ağaçkakan’ı basına tanıtarak gazetesinin doğaya olan saygısının altını çizdi.
Çarşamba, Şubat 10, 2010
ACİLEN BAKAN OLMASI GEREKEN KÖŞE YAZARI
BUGÜNKÜ BİRGÜN YAZIM AŞAĞIDAKİ GİBİDİR, GEREĞİNİ ARZ EDERİM!
TEKEL işçilerinin direnişi, hükümette en sivri açıklamayı kim yapabilir yarışı başlatmış gibi. Başbakanın birinciliği kimseye bırakmadığı bu yarış bir panik havasını açık ediyor. Bu tespitin Köşe Vuruşu’nda ne işi var demeyin. Eğer kabineye dahil edilirse, Bakanların bu kıyasıya rekabetine ortak olacak bir köşe yazarı tespit ettim bu hafta. Üstelik, bazı çevrelerce hâlâ solda yer aldığı zannedilen Taraf gazetesinden.
Taraf’ta ‘İş ve Sosyal Güvenlik Dünyası’ köşesini hazırlayan Ramazan Çanakkaleli, gazetenin ‘düşünmek taraf olmaktır’ sloganının hakkını vermek için adeta ben bu işçilere nasıl bir fenalık yaparım diye düşünmüş ve işçi karşıtlığından taraf olmuş gibiydi. Çanakkaleli’ye bu hükümette Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı payesi kazandırması gereken bu yazının bir analizini yapmak istiyorum bu hafta.
TEKEL İŞÇİLERİ NE İSTİYOR?
Ramazan Çanakkaleli’nin yazısının başlığı bu. Yazının içeriğine bakmazsanız bu başlık normal görünebilir. Ama yazının içeriğiyle birlikte okuyunca bu başlığın ‘daha ne istiyorsunuz, verilene razı olun?’ demek istediği açık. “TEKEL işçilerine merhamet ettik” diyen Bakan Mehmet Şimşek’i arkalayan bir vurgu olarak okunabilir yani.
DİKKAT ÇEKMEYE ÇALIŞIYORLAR!
TEKEL işçileri yazının daha girişinde dikkat çekmeye çalışan ‘Yetenek-sizsiniz’ yarışmacısı muamelesiyle karşılaşıyorlar. Çanakkaleli, sanki biber gazından kaçarken girmek zorunda kalmamışlar gibi, işçilerin ‘soğuk havada meydanlardaki havuzlara girerek’ dikkat çekmeye çalıştığını iddia ediyor. Soğuk Ankara gecelerini çadırlarda geçirmelerini ve açlık grevi yapmalarını da bu ‘havuza girerek dikkat çekme’ meselesinin yanına iliştiriveriyor. Çanakkaleli’ye, gerçek bir dikkat çekme çabası görmek istiyorsa, işçilere değil, gazetesinin yazarı Rasim Ozan Kütahyalı’nın Helin Avşar’a verdiği röportaja bakmasını tavsiye ediyorum.
DEMOKRASİ DIŞI YOLLAR
Ramazan Çanakkaleli, bu grevin sonucunda Şili’deki gibi ülkede anarşi ve terörün kol gezebileceği, bunun üzerine tıpkı General Pinochet gibi ordunun darbe yapabileceğini de ima ediyor. Kim olduğunu dillendirmediği ‘birilerinin’ bu grevi fırsat bilebileceğini söylüyor. Yani açık açık ve hiç utanmadan, bu ayazda sokaklarda yatarak haklarını arayan işçileri darbeye zemin hazırlamakla suçluyor.
CAZİP TEKLİF
‘İşçi dostu’ yazarımızın, işçilerin isyanına sebep olan 4/C ile ilgili yorumu da bu. Nasıl kaçırırsınız bu cazip teklifi diyor, maaşlarındaki neredeyse yarı yarıya düşüşü, ‘kısmen azalma’ olarak yorumlayarak ‘işsiz kalmaktan iyidir’ tehdidini de araya sokuşturuyor. Beğenmeyen, asgari ücretin net 577 lira olduğu ve 3 milyon işsizin olduğu ülke şartlarında niteliğine göre iş bulur diyor yazarımız. Sanki bütün bunlar TEKEL işçilerinin suçuymuş gibi o beylik yorumu da yapıyor yani.
Çanakkaleli, yazısının sonlarında sendikalara verip veriştirdikten sonra ‘yanlış anlaşılmak istemem’ diye de kuş konduruyor yazısına. Ben de yanlış anlaşılmasını istemem. Çünkü bu kadar açık ve net bir şekilde işçilerin karşısında duran bir yazının yanlış anlaşılması korkutur beni.
TARAF SOLCU BİR GAZETE MİDİR?
Taraf’ta yer alan bu yazıyla paralel olarak Yeni Harman dergisinden Başar Başaran ve Burak Cop’un, Ümit Kıvanç ile yaptığı röportajı okuyorum. Röportajda “Taraf Türkiye için solcu bir gazetedir demiş” Ümit Kıvanç; ettiği lafın büyüklüğünü anlamış olacak ki, “Ekonomik konularda solculuğu tartışılır esas. Yani işçi meselelerinde falan solculuğu tartışılır” diye de geri adım atmış. Taraf’ta yine ne yazmış profesyonel saikiyle değil, gerçek bir ilgiyle okuduğum belki de tek köşe yazarıdır Ümit Kıvanç. Ama samimi bir şaşkınlıkla sormak isterim kendisine; ‘ekonomik konuları ve işçi meselelerini çıkarırsak geriye ne kalır ki solculuktan?’ ve böyle bir yazının yayınlanabildiği bir gazete ne kadar solcu olabilir artık? Tasvip etmesek de, anaakım medyanın başlarda yaptığı gibi TEKEL işçilerini görmezden gelmek bile bir tavır sayılabilir yani. Ama böylesi, böylesi gerçekten dehşet verici.
Çarşamba, Şubat 03, 2010
LİSTE MERAKLILARINA ARMAĞAN!
BUGÜNKÜ BİRGÜN YAZIM TASTAMAM AŞAĞIDA:
Gazeteci ve köşe yazarı listelerinin havada uçuştuğu günler geçiriyoruz. Eskilerin ‘bu sene iyi liste yaptı be!’ diyeceği türden bir liste rekoltesi var. Tasfiye edilecek gazeteciler listesinden tutuklanacak gazeteciler listesine, oradan yararlanılacak gazeteciler listesine derken Başbakan’ın katkılarıyla gaz veren gazeteciler listesi bile çıktı. Yakında sponsorlu listeler bile çıkabilir yani. Bilmemne yoğuşmalı kombinin sponsorluğunda, oda sıcaklığında suya sabuna dokunmayan köşe yazarları listesi falan ihtimal dahilinde.
Bu liste bolluğunda, vicdanıyla henüz köprüleri atmamışların beklediği listeler de var aslında. Bu haftaki Köşe Vuruşu’nu ‘al da at dercesine’ liste çıkarma ve listelere girme meraklılarına paslayalım öyleyse.
MAĞDUR ÇOCUKLARI YAZANLAR
Malumunuz Terörle Mücadele Kanunu (TMK) diye bir kanun var. Bu kanun öyle bir kanun ki, diğer kanunlar gibi çocukları koruyucu hükümler içermiyor. Çocuklar bu kanun uyarınca tıpkı yetişkinler gibi yargılanıyor ve onlar kadar ceza alabiliyor. Daha geçtiğimiz hafta BirGün’ün manşete taşıdığı İHD Adana Şubesi’nin raporuna göre; 48 çocuk ‘polise taş atmak’ ve ‘örgüt propagandası yapmak’ gibi iddialarla toplam 203 yıl 3 ay 15 gün hapis cezasına çarptırıldı. Kanunun yürürlüğe girdiği 1991’den bu yana 10 binden fazla çocuğun mağduriyeti söz konusu. Bu çocukların işkence gördüklerine dair haberlerin artışı ve ağır cezaevi koşulları da cabası. Çocuklar İçin Adalet Çağırıcıları isimli sivil insiyatif, onlar için örnek bir mücadele veriyor da belirli bir kesim onlardan haberdar. Ancak bu konunun daha fazla gündemde tutulması gerek. Bu yüzden keşke bir yerlerden TMK Mağduru Çocukları yazanların listesi de çıksa da, çocuk mağduriyetini yazmayanların yüzü kızarsa.
TEKEL İŞÇİLERİNİ YAZANLAR
Havanın muhalefeti ve hükümetin Ali Cengiz oyunlarına inat TEKEL işçileri direniyor Ankara’da. Bu yazı yazıldığı sırada hükümetle yapılan sonuçsuz son görüşme sonucu açlık grevine başlamak üzereydiler. Onların gündemde yer alamayaşına ilişkin yazdığım bir önceki yazıya göre şimdi daha fazla gündemdeler, çünkü çok kararlılar. Artık yandaş medyanın kimi yazarları bile hafif mahçup onlardan söz açmaya başladıysa, onları görmezden gelenlerin vicdani sorumluluğu büyüyor demektir. Şimdinin darbede tutuklanacaklar listesinde yer aldık diye böbürlenen ağır demokrat yazarları, umarız TEKEL işçilerine destek veren yazarlar listesinde de yer alırlar. Böylece bizler de demokratlıklarının iki yüzlülüğünü yazmak zorunda kalmayız bu sütunlarda.
İTFAİYE İŞÇİLERİNİ YAZANLAR
İstanbul Büyükşehir Belediyesi, itfaiye hizmetlerini Express dergisinin ‘Fetokulli’ diye tanımladığı bir ayak oyunuyla taşerona devretti biliyorsunuz. Aynı habere göre, mevcut işçiler, sendikadan istifa edip sigortasızlığa, güvencesizliğe, görev tanımsızlığına zorlandılar. Yani yine Express dergisinin cümlesiyle “AKP referanslarıyla işe giren itfaiye işçileri, AKP tarafından kündeye getiriliyorlar.” İtfaiye işçileri TEKEL işçileri kadar büyük bir kalabalık olmadıkları için dikkat çekmemiş olabilirler, ama onların direnişi de sürüyor. Özellikle yandaş medyada onların mağduriyetini yazanların listesini çıkarmaya kalksak, Uykusuz dergisinde Uğur Gürsoy’un çizdiği 1 liraya muhtaç sokak insanı Faik karakterinin alışveriş listesi kadar bir listeye bile ulaşamayız sanırım.
Gördüğünüz gibi liste çıkarmaya kalksak, çıkarılacak nice hayırlı listeler var. En son 44.’sünün ölüm haberini okuduğum kot taşlama işçilerinin dramını yazanların cılız listesi var. Faili meçhuller konusunda kararlılıkla yazmaya devam edenlerin hiç de diğerleri kadar kabarık olmayan listesi var. Dink cinayetindeki istihbarat yalanlarını yazdığı için katil zanlılarından daha fazla hapsi istenen Nedim Şener’in mağduriyetini yazanların mütevazı listesi var.
Ben sadece güncel birkaç örneği ele aldım, ama diğerlerini unuttuğum düşünülmesin. Çünkü bu ülkenin mağduriyet müzesinin envanter listesi kabarıktır; harp oyuncusu subaylar gibi bir çırpıda ve bir yazıda çıkaramayız o listeyi.
Çarşamba, Ocak 27, 2010
EN DEĞERLİ KÖŞE YAZARINI AÇIKLIYORUM
BUGÜNKÜ BİRGÜN YAZIM AŞAĞIDA:
Ertuğrul Özkök, 16 Ocak 2010 tarihli yazısında ortaya “En değerli köşe yazarı kim?” diye bir soru attı. Gündemin yoğunluğundan olacak bu soruyu yanıtlayan çıkmadı. Özkök, Fortune dergisindeki “şirketlerin kullandıkları performans ölçülerinin yalan olduğu” iddiasından yola çıkmış ve konuyu medya ekonomisine bağlamıştı. Medyadan seçtiği örnek de “köşe yazarları ekonomisi”ydi.
“Köşe yazarlarının ölçümünü neyin üzerinden yapılacak?” diye soruyordu Özkök. Okunma/tıklanma sayılarından mı, referans kabul edilmelerinden mi, gazetelerine kattıkları itibardan mı? Bu üç kriteri de ayrı ayrı haklı çıkartacak örnekler bulabiliriz. Ancak bugünlerde bir köşe yazarının değerini belirleyen ve Ertuğrul Özkök’ün aklına gelmeyen başka kriterler de var. Ben bu soruyu cevaplamadan önce o kriterlerden bahsetmek istiyorum.
DARBE PLANINDA YER ALMAK!
Ülkenin Neşeli Günler filmindeki “iyi turşu sirkeyle mi yapılır, limonla mı?” tartışması keskinliğinde kutuplaştığı şu günlerde, köşe yazarları beklenmedik bir anda değer kazanabiliyor. Bir darbe planında adınızın “tutuklanacaklar” listesinde geçmesi büyük bir şans mesela. Bir kere, en kötü ihtimalle 3-5 yazılık bir konu devşirebiliyorsunuz buradan. Bununla da kalmıyor, “demokrasi havarisi olarak ordunun bile düşmanlığını kazandım” pozuyla değerinize değer katabiliyorsunuz. Ertuğrul Özkök’ün artık bunu da bir ratio (ölçü) olarak almasının vakti geldi de geçiyor bile.
Mesela Emre Aköz… Balyoz Darbe Planı’nda tutuklanacaklar listesinde yer alarak aniden gündeme girdi. Çünkü planın hazırlandığı iddia edilen tarihlerde (2003) sadece life-style, amiyane tabiriyle yeme-içme yazıları yazıyordu. Nasıl, niçin ve hangi akla hizmetle o listeye girdiğine şaşırmakla birlikte, geçen en haftanın en değerli yazarı sayabiliriz pekâlâ kendisini. Aköz’ün bir haftadır çıkardığı yaygara ve “ben neymişim be abi?” havalarına bakarsanız, darbe planında yer almanın ekonomisini daha iyi anlayabilirsiniz. Öte yandan darbe planında “işbirliği” yapılacak gazeteciler listesinde yer alanların kırgınlığı ve itirazları da cabası. Bir de iki tarafta da yer almayanların kendilerini değersiz hissetmesi var tabii. Öyleyse köşe yazarlarımızın bugünlerde iyi performans gösterip, uzun vadeli yatırımlar yaparak 2015-2016 civarında ortaya çıkacak darbe planlarında yer almalarında fayda var.
PREMIER GEZİLERE KATILMAK
Geçtiğimiz pazar Ayşe Arman’ın röportajı köşe yazarının değeriyle ilgili bambaşka bir kriteri daha gösteriyordu. Hıncal Uluç, Mehmet Y. Yılmaz ve Metin Münir’den oluşan bir ekiple bir bankanın davetlisi olarak Londra’ya giden Arman, oradaki izlenimlerini yazmıştı. Gezinin amacı, bankanın yeni kredi kartının yarattığı ayrıcalıkları değerli köşe yazarlarına yaşatmaktı. Uçağa kadar özel araçla gitmeler, limuzinle karşılanmalar, Michelin yıldızlı şeflerin restoranlarında yemek yemeler vs. Hıncal Uluç’un kendi yazısındaki cümlelerle yazarsak; “İngiltere’nin en asil, ya da dünyanın en zengin insanı Londra’da dört gün planlasa, daha iyisi olmazdı.”
İngiltere’nin en asil ya da dünyanın en zengin insanının ağırlanacağı gibi ağırlanan bir köşe yazarımız varsa bize elbette gururlanmaktan başka bir şey düşmez. Bu, Özkök’ün “en değerli köşe yazarı kim?” sorusuna da bir kriter teşkil eder. Ama aynı gezide Ayşe Arman’a verilen röportajda Hıncal Uluç’un “Ben Türkiye’de gazetecilik bitti diyorum. Ne ciddisi, ne bulvarı kaldı” sözleri de ayrı bir ironi. Eksi bilmem kaç derece soğukta Ankara sokaklarında haklarını arayan TEKEL işçileri orada dururken bu ayrıcalıklı geziyi ballandıra ballandıra anlatmak ve TEKEL işçilerinden hiç bahsetmemek gazeteciliğin nasıl bittiğini yeterince açıklıyor zaten.
CEVAP
Ertuğrul Özkök, hâlâ “en değerli köşe yazarı kim?” sorusunun cevabını arıyorsa, yazdığım iki kriteri de dikkate almalı bence. Diğer taraftan Uğur Mumcu tipi gazeteciliği demode ilan edip, bu sistemi inşa etmesiyle o her zaman ‘en değerli köşe yazarı’ zaten. Bence asıl derdi en değerli ikinciyi, üçüncüyü ve diğerlerini bulmak olmalı.
Yazının BirGün linki için tıklayın
Çarşamba, Ocak 20, 2010
KÖŞELERDE İŞÇİLERE YER YOK MU?
BUGÜNKÜ BİRGÜN YAZIM TASTAMAM AŞAĞIDA DOSTLAR:
Medyadan nasıl umudu kestiysem, Ankara’daki TEKEL işçilerine destek mitingini yerinde görmeden rahat edemeyecektim. Arkadaşım Tuna Kiremitçi de “hadi gidelim” deyiverince hiç ikiletmedim. “İki kişi iki kişidir” diye gittik, heyecanlandık, umuda kapıldık ama bunların hiçbirini anaakım medyada göremedik. Genel olarak iç sayfalarda birer ufak haber ve birer manipülatif başlıkla geçiştiriverdiler konuyu.
Köşe yazarlarımızın gündeminde ise hemen hemen hiç yok gibiydi TEKEL işçileri. Nitekim ‘çok daha önemli’ meşgaleleri vardı kendilerinin. Ağırlıklı olarak hemen mitingten sonraki günün gazetelerinden ve köşelerinden hareketle, medyanın TEKEL işçilerine destek mitingini nasıl gördüğünü bir incelemek istedim bu hafta. Üstelik eyleme katılıp, yaşananları gözlerimle gördüğümden, içim çok rahat bunları yazarken.
İŞGALCİ İLAN EDİLDİLER
On binler bir araya geldi, haklı taleplerini aktardılar ama anaakım medyamız mitingi Türk-İş işgali olarak görmekte ısrarcıydı. Zaman, Yeni Şafak, Sabah triosu başta olmak üzere pek çok gazete; ‘işgal, baskın’ gibi ifadelerle bu tavrı iyice keskinleştirdi, Haberi 8. sayfadan veren Zaman gazetesinin “işçiler kendilerini 34 gündür Ankara’da misafir eden Türk-İş’in genel merkezine yürüdü” ifadesi de dikkat çekiciydi. Bu ifade üzerine, “kimin parasıyla kimi misafir ettiler, yoksa Türk-İş’i de Deniz Feneri gibi bir yardım kuruluşu mu zannediyorsunuz?” diye sormadan duramıyorum. Ey Zaman gazetesi yazıişleri, bilmem farkında mısınız ama işçilerin maaşlarından kesilen parayla ayakta duruyor o sendikalar. Başkanı suya sabuna dokunmayan bir konuşma yapıp, işçilerin talep ettiği genel grevden hiç bahsetmesin diye değil yani. İçiniz rahat olsun, Türk-İş’in kuruluş amacı zaten oradaki işçilere sahip çıkmak.
MİTİNGDEN KİMLER BAHSETTİ?
Ertesi gün anaakım gazetelerin köşelerinde on binlerin son derece gerçek taleplerle bir araya geldiği miting, hemen hemen hiç yer bulmadı. Halihazırda mitinge beraber gittiğim Tuna Kiremitçi, böyle konuları hiç atlamayan Umur Talu, mitingi Twitter’dan dakika dakika bildiren ve Akşam gazetesinde işleyen Serdar Akinan haricinde konuya değinen yoktu. Dün de Ahmet Hakan, kendi gazetesi başta olmak üzere bu konuda diğer gazetelerin neden suskun kaldığını sorarak şaşırtıyordu; ona da haksızlık etmeyelim.
KÖŞELERDE NELER VARDI?
Onun yerine Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu’na övgüler, Mustafa Sarıgül hareketine dikkat çekmeler, ‘sivil dikta yok efendim’ diye Başbakan’ı ve hükümeti canhıraş savunmalar vardı. Tabii, Mehmet Ali Ağca’nın tahliyesini konu alanlar ve katledilmesinin üçüncü yılında kardeşimiz Hrant Dink’i ananlar da vardı. Ama insan, köşelerinde bolca “demokratikleşmeden” söz edilen bir ülkede, on binlerce işçinin bir araya gelip en demokratik haklarını talep etmesinin de coşkuyla karşılanmasını bekliyor. Haksız mıyım, bu sene herhalde tarihinde hiç edilmediği kadar demokrasiden bahsedilmiştir bu ülkede? Sembolik değer taşıyan ve bir şeylerin başlangıcı gibi görünen bir işçi hareketinin bunca tepkisizlikle karşılanması çelişkinin boyutunu gösteriyor öte yandan. Elbette mitinge daha önce değinmiş ve pazartesi yazı günü olmadığı için sonra değinecek istisna kabilinden yazarları hariç
tutuyorum bu eleştiriden.
SOSYAL MEDYA ÖNEMLİ
Mitingi yerinde görmüş biri olarak diyebilirim ki, bu defa medyaya rağmen bir şeyler olacak gibi. İşçiler bu kez fevkalade kararlı. Pazartesi günü Vatan gazetesindeki köşesinde Tuna Kiremitçi’nin de yazdığı gibi yakından bu kadar haklı insanı bir arada görmemiştik. Orada gerçek bir şeyler vardı. Ancak medya bu gerçeği eğip bükmeyi ya da hiç görmemeyi tercih ediyor. O yüzden gelecekte köşe yazarlığını bitireceğini düşündüğüm sosyal medyayı (Twitter, Facebook, Friendfeed bloglar vs) etkili bir şekilde kullanmanın günleri bu günler. Tanık olduğum kadarıyla kullanılıyor ve kullanılacak da.
BU KONULARA GİRMEYELİM
Köşe yazarları ve medya varsın tepkisiz kalsın. Varsın köşe bucak kaçsınlar işçilerden. Bir gün işsiz kalırlarsa onların yerine de bağırabilecek bir kalabalık vardı Ankara’da. İşçiler, türkü dinlemeye değil, hakkımızı aramaya geldik diye, Türk-İş’in düzenlediği Alişan konserini yaptırmadılar mesela. Alişan da, “Bu konulara girmeyelim / olay bitmiştir büyütmeyelim” sözlerini içeren şarkısını köşe yazarlarına söyleyip konser açığını kapatsın artık
Çarşamba, Ocak 06, 2010
KÖŞE YAZARLARINA GENÇLİK REÇETESİ
BUGÜNKÜ BİRGÜN YAZIM AŞAĞIDA DOSTLAR:
Pascal Bruckner, Türkçeye ‘Güzellik Hırsızları’ diye çevrilen romanında, gençliği; ‘insanın kefaretini hayatı boyunca ödediği geçici bir ayrıcalık’ diye tanımlar. Geçtiğimiz günlerde Zaman gazetesinde Murat Tokay tarafından yapılan bir inceleme, Türkiye’de köşe yazarlarının mesleki anlamda öyle kolay kolay emekli olmadığını, yani gençliğin sahip olması gereken ayrıcalıktan neredeyse hayatları boyunca yararlandıklarını gösterdi. Peki, onlar emekli olsa, yerlerini dolduracak gençler ne durumdaydı? Onu da Medyatava’da Neslihan Acu nedenleriyle açıkladı. Acu’ya göre, zamanımızın gençliğinin durumu umutsuzdu; yaşını başını alsa da beyninin pırıltısını yitirmemiş, yüreği genç gazetecilere bel bağlamaktan başka çaremiz yoktu. Bu konuda hâlâ küçük bir umudum olsa da, karşılaştığım örneklerin çoğu Neslihan Acu’yu doğruluyor.
Öyleyse, köşe yazarları ne yapmalı da genç kalmalı? Bu haftaki Köşe Vuruşu’nun sorusu bu.
VİCDANINI KORUYARAK
“20’sinde solcu olmayan vicdansız, 40’ında hâlâ solcu olan ise akılsızdır” sözünü farklı şekillerde de olsa çoğumuz duymuşuzdur. Belirli bir yaştan sonra vicdanın yerini ‘akla’ bırakması gerektiğini söyleyen bu söze katılmayabilirsiniz. Ancak burada vicdanın gençlikle ilişkilendirilmesi önemlidir. Bu ülke öyle köşe yazarları görmüştür ki, gazeteciliğe yeniliği, gençliği getirdi diye yüceltilmelerine rağmen, vicdansız yazılar yazmış, başlıklar atmışlardır. O yüzden genç kalmanın belki de en iyi ölçüsü vicdandır. Vicdanını kaybetmeyenler, kimileri onlara akılsız dese de, hep gençtir, genç kalır. Mesela vicdanı olan gazeteci, linçe uğrayıp ülkesini terk etmek zorunda kalan birinin ardından ‘Vay şerefsiz!’ diye başlık atmaz. Mesela, insanların diri diri yakıldığı bir katliamı ‘otelde çıkan yangın’ diye önemsizleştirmez.
UMUDUNU YİTİRMEYEREK
Umut, ‘nedensiz bir çocuk ağlaması’nda bile ‘çok sonraki bir gülüş’ün başlangıcını gören şair tavrında gizlidir. Umudunu yitirmemiş herkes gençtir. Toplumun bir kısmını ‘göbeğini kaşıyan adam’ diye ötekileştirip onlardan umudunu kesmeyen yazar, hangi yaşta olursa olsun gençtir. Genç yazar, bir kuşağı yok etmiş, umutlarının üzerine balyoz indirmiş 12 Eylül darbesi hakkında güzelleme yazıları yazmaz mesela. 70’lerde bir umuda doğru yolculuk yapmış gençlere, “70’lerdeki gençler hastalıklıydı” diyen yazar da, ne kadar genç köşe yazarı diye tanımlansa da erken yaşlanmıştır. Genç kızlarla sarmaş dolaş fotoğraflar çektirip ‘seksi vücudunu’ sergilemesi bile bu gerçeği değiştirmez. Türkiye’de statüko deyince ilk akla gelen siyasetçi eskisini ‘ağabey’ kontenjanıyla yeniden siyasete sürmeyi düşünmek de gençlikle bağdaşmaz.
BAŞKALDIRARAK
Gençlik her türlü iktidara karşı başkaldırının çağıdır. Evde aileye, okulda öğretmenlere, sokakta haksızlıklara karşı ses vermenin çağıdır. Yaşınız ne olursa olsun bir iktidar odağının yamacına sığınıp, onun haksızlıklarını savunmaya başladıysanız gençlik sizi çoktan terk etmiş, hesabın kitabın çağı başlamıştır. Ahmet İnsel’in bir yazısında dediği gibi, ‘iktidar şüpheye mahal’ bir müessesedir. Gelecek endişesi ve kendinizi garantiye alma hissiyle iktidardan şüphe etmeyi bir kenara bırakırsanız, zaten çoktan yaşlanmışsınızdır. Oysa gençlik, yarın yokmuşçasına umursamaz olmayı gerektirir. Bugünkü iktidarı, canhıraş savunmaya kendini adamış yazarları gençlik çoktan terk etmiştir bu yüzden.
Vicdanlı kalarak, umut ederek, başkaldırarak geçmiş bu altın çağ, keşke tüm hayata yayılsa. Köşe yazarları da hep genç kalsa. Üstelik adı üzerinde ‘köşe yazarı’ da diyoruz aslında. İnsanın, dokundukça batan cinsten sivri köşeleri kalmalı şu hayatta. Onlar yuvarlaklaştıkça olgunlaştığını sanır, çünkü insan. Yaşlanıyordur oysa. Yuvarlağı köşeliymiş gibi gösteren en iyi örnek ruhu yaşlı köşe yazarlarıdır bu nedenle. Özdemir Asaf , ‘yuvarlağın köşeleri’nden bahis açmış olsa da, yuvarlağın köşeleri şiir haricinde öyle kolay kolay görünmez başka türlü.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Etiketler
Birgün Yazıları
(45)
Köşe Vuruşu
(45)
Yeni Söz Yazıları
(11)
Röportaj
(2)
Tuzla Tersanaleri
(2)
İşçi Ölümleri
(2)
AKP
(1)
Arundathi Roy
(1)
Can Dündar
(1)
Darbe
(1)
Ece Temelkuran
(1)
Edward Said
(1)
Ergenekon Operasyonu
(1)
Gazze
(1)
Mustafa
(1)
Mustafa Kemal Atatürk
(1)
Radikal Yazıları
(1)
S
(1)
Savaş
(1)
Sosyal Güvenlik
(1)
Tuzla
(1)
Ufuk Uras
(1)
belgesel
(1)
istanbul
(1)
işsizlik
(1)
kot taşlama
(1)
sermaye
(1)
sol
(1)
taşlanmış kota boykot
(1)
toplumsal paranoya
(1)
yoksulluk
(1)
Çocuk İşçiler
(1)
örgütlenme
(1)
üçüncü köprü
(1)
üçüncü köprü yerine yaşam platformu
(1)