iletişim

umit@umitalan.net
twitter.com/umitalan

Çarşamba, Aralık 30, 2009

KÖŞE YAZARLIĞI FUTBOLCULUĞA BENZER


BUGÜNKÜ BİRGÜN, KÖŞE VURUŞU YAZIM TASTAMAM AŞAĞIDA:

Spor yazarlığının efsane ismi İslam Çupi, 1990 yılına denk gelen yazarlığının otuzüçüncü eylülünde “Bizlerin Ölümü” başlıklı bir yazı yazar. Gazetecilerle futbolcuları birbirine benzetir ve şunları kaydeder; “gazeteci emeklileri ile futbolcu emeklileri, o çaresiz, o gitmeyen Eylül vücutlarının içine girince, yeşili gitmeyen bir ağaç gibi kururlar ve kırıla döküle yaşamlarındaki en son seslerini verirler.”

Çupi, dönemin yıldız gazetecileriyle futbolcularının sonunu birbirine benzetmiştir. Her dönemin yıldız futbolcuları olduğu gibi yıldız gazetecileri ya da köşe yazarları da oluyor elbette. Her dönem yeni birilerini parlatıyor, başka birilerini kenara atıyor vesaire. Çupi’nin bu benzetmesinden yola çıkarak köşe yazarlığıyla futbolculuğun başka benzer tarafları nelerdir diye kafa yordum bu hafta. Örneklerle inceleyelim.

DEFANS YAPMAK
Futbolda nasıl her oyuncu forvet hattında görev yapmıyor. Köşe yazarlığında da görev dağılımları var. Kimi yazarlara sadece defans yapmak düşebiliyor. Özellikle iktidara yakın yazarların böyle bir kaderi var. Köşe Vuruşu’nda daha önce Türkiye’nin hem sağ beki, hem sol beki olabilecek kadar yetenekli olduğunu yazdığım Akif Beki, ismiyle müsemma bir bek oyuncusu mesela. Daha önceden atakları basın sözcüsü olarak karşılayan Beki, şimdi Radikal gazetesinde köşe yazarı kimliğiyle karşılıyor. Yanına Sabah gazetesinden Emre Aköz ve Star’dan Şamil Tayyar’ı katar ve bu üçlü defansa lider oyuncu olarak yine Star’dan Mustafa Karaalioğlu’nu eklersek epey sağlam bir defans bloğuna ulaşabiliriz. Bu dörtlüye ağabey olarak ara ara Mehmet Barlas’ı da katarsak tadından yenmez olur.

TRİBÜNE OYNAMAK
Kimi futbolcular vardır ki, onlar için sonucun önemi yoktur. Doğru olanın ne olduğuyla da ilgilenmezler. Bir kaç şık veya agresif hareketle tribündeki çılgın kalabalığın desteğini sağlamayı daha çok önemserler. Köşe yazarlığında da işleyen bir formül bu. Özellikle halkın yazarı, halkın dilinden yazıyor dediğimiz yazarlar bu gruba alınabilir. Çılgın kalabalığın dilini, onlara herhangi bir şey katmadan yazıya tahvil eden Yılmaz Özdil, tam da böyle bir yazar. Kalabalıklar provoke olup sahaya inecekmiş, komşusuna düşman olacakmış falan hiç umursamaz. Yeri geldiğinde, insanların şivesiyle dalga geçen bir ergen kadar zalimleşebilir. Ama her halükarda alkışlayanı bol olduğu için aynen devam eder. Şu aralar tıpkı yıldız futbolcunun ortalama Anadolu takımlarına gitmesi gibi biraz gözden düşmüş gibi görünen Emin Çölaşan da tribüne oynayan köşe yazarının başka bir örneği olarak duruyor kenarda.

OYUN KURMAK
Nasıl oyun kurucu futbolcular varsa, gazetelerde de oyun kuran köşe yazarları var. Genel Yayın Yönetmenleri aynı zamanda köşe yazarlığı da yaptıkları için bu rolü üstleniyorlar çoğu kez. Ekşi Sözlükçülerin yakıştırmasıyla bir dönem “telefon çaldı arayan başbakandı” temalı yazılara imza atacak kadar iktidarla içli dışlı olan Ertuğrul Özkök, değil Hürriyet’in Türkiye’nin oyununu kuruyor gibiydi eskiden. Özkök, şu aralar iktidarla ilişkiler konusunda takımdan ayrı düz koşu modunda olsa da iktidar orta alandaki boşluğu alternatif isimlerle doldurdu bile. Bir Ekrem Dumanlı olsun, bir Mustafa Karaalioğlu olsun, bir Fehmi Koru olsun dönüşümlü olarak oyun kuruyorlar şimdi. Öznel bir değerlendirme isterseniz hiçbiri Ertuğrul Özkök kadar yıldızlaşmış değil henüz.

GOL ATMAK
Futbolun meyvesi gol derler. Köşe yazarlığındada golcüler, yıldızlar var. Nasıl yıldız olduğu ayrı mevzu ama Türkiye’nin en önemli hırçın forveti Hıncal Uluç bence. Futbolcu olarak da teknik direktör olarak da göz kamaştıran bir kariyere sahip olan Galatasaray Teknik Direktörü Frank Rijkaard’a “futbolu bilmiyor, çalışma izni iptal edilsin” diyebilecek kadar futbolu bilen bir adamı sahanın başka hiçbir yerine koyamazsanız. Kaleyi bulup bulmadığı umrunda olmadan habire şut çekip rahatlaması lazım Uluç’un. O gol atsın diye gerekirse kalecinin elini kolunu bağlayacak şakşakçısı bol nasılsa.

Gördüğünüz üzere, nasıl “futbol asla sadece futbol değilse,” köşe yazarlığı da asla sadece köşe yazarlığı değil. Sonuçta köşe yazarlığında da herkesin bir mevkii, bir rolü var. Her yazıyı, puan veya puanlar almak için gündeme sokuyorlar. Bir dönem yıldızlaştıktan sonra gözden düşüveriyorlar. İslam Çupi’nin yazdığı gibi, gazeteci emeklileri ve futbolcu emeklileri kendi yarattıkları o görkemli dünyadan çıkıp tek başınalığı tanıyacaklar elbet bir gün. Bugün işin hiç o tarafı olmayacakmış gibi tadını çıkarsalar da bu böyle, diyorum ve bu haftaki Köşe Vuruşu’nu kullanıyorum.

Çarşamba, Aralık 23, 2009

İNSANI 'HAYATA DÖNDÜREN' KÖŞE YAZARLARI



BUGÜNKÜ BİRGÜN YAZIM TASTAMAM AŞAĞIDA:

Köşe yazarı dediğiniz devlet gibidir bazen. Orantısız bir güçle de olsa kucaklar halkını. Hayata döndürür ve şefkat gösterir. 19 Aralık 2000 tarihinde devletimizin ironik bir şekilde adını ‘Hayata Dönüş’ Operasyonu olarak koyduğu operasyonun sonrasında da öyle olmuştu.

Geçtiğimiz cumartesi, operasyonun 9. Yıldönümüydü. Bugüne kadar medyanın operasyondaki devlet yanlısı tavrıyla ilgili yazılar okuduk. Bugün Hürriyet’te “demokrasi dersleri veren” Mehmet Y. Yılmaz’ın yönettiği Milliyet gazetesinin “Sahte oruç, kanlı iftar” başlığı, bu tavrı özetler. Peki dönemin köşe yazarları ne alemdeydi? Acaba köşe yazarlarımız, ‘hayata dönüş’e nasıl katkılar sağladı?

ERTUĞRUL ÖZKÖK
Operasyonun ertesi günü en ürpertici satırlar Ertuğrul Özkök’ün yazısında gizliydi. “Adalet Bakanı’nın insancıl bütün yolları denemediği söylenemez” diyerek 30’u tutuklu, 32 kişinin ölmesini neredeyse meşru kılıyordu. Ertesi gün ise, devletin çok önemli bir psikolojik adım attığını belirtiyordu. Özkök’ün insanın kanını donduran bu satırlarından sonra, devlet Allah için psikolojik bir adım atmış diyoruz, bir de fizyolojik adım atsaydı acaba kaç kişi ölürdü?

CÜNEYT ÜLSEVER
Operasyonda devlete desteğini en açık şekilde ifade eden yazarlardan biri de Cüneyt Ülsever’di. Bakınız insanların diri diri yakıldığı, çatıların delinip duvarların yıkıldığı operasyona desteğini nasıl ifade etmişti Ülsever: “Adalet Bakanlığı'nı, İçişleri Bakanlığı'nı, askeri güçleri bu operasyonda gösterdikleri dirayet, sevk ve idare becerisi ve fedakárlık nedeniyle hem kutluyor, hem de vatandaşa nihayet devletin varlığını hissettirdikleri için kendilerine teşekkür ediyorum.”

GÜNGÖR MENGİ
Operasyonun ardından aynı zamanda Sabah gazetesinin görüşünü de dillendiren Güngör Mengi, “Dün sabah girişilen harekât, Adalet Bakanı'nın dediği gibi "insan hayatını kurtarma operasyonu"dur.” diyerek önce devleti destekledi. Yazısının sonlarına doğru ise “devleti gecikmeden sorumlu tuttu.”

GÜNERİ CİVAOĞLU
Güneri Civaoğlu da devlete sonsuz desteğini açıklayan yazarlardan biriydi. Operasyonu Kıbrıs Barış Harekatı’na benzeterek Ecevit’in kararlılığına övgü mü istersiniz, mümkün olduğunca az kan aktığını yazmasını mı istersiniz, yoksa müdahalenin insani ölçütler göz önünde bulundurularak gerçekleştiğinden söz etmesini mi istersiniz? 12 Eylül sonrası yazılarıyla da iyi bildiğimiz Civaoğlu, her zamanki kadar şeffaftı anlayacağınız. Odasının şeffaflığından iktidarla nasıl içli dışlı olduğu belli oluyordu yine.

EMİN ÇÖLAŞAN

Bugün bir yerlerde halkın yazarı diye yüceltilen Emin Çölaşan’ın muhtemelen halktan saymadığı insanların ölümü karşısındaki tavrı da tüyler ürpertici. O dönemde bu insanları kurtarmak için çırpınan aydınlara, “insan hakları soytarıları” diyor ve onları vatan millet düşmanlığıyla suçluyordu. Mahkumları devletin değil, örgüt liderlerinin yaktığından ise adı gibi emindi. Zaten kendisi, 12 Eylül sonrasında cezaevlerinin güllük gülistanlık halinden söz açan bir yazı dizisine imza atacak kadar ‘büyük gazeteciydi.’

GERÇEKLER ZAMAN’LA ANLAŞILIR
Bugün demokrasi havarisi kesilen Zaman gazetesi ve yazarlarına da bir ufak parantez açmak gerek. Operasyonu ölüm oruçlarıyla dalga geçerek “Sahur Operasyonu” diye niteleyen Zaman gazetesi, tıpkı Sivas Katliamı’nı Madımak Oteli’nde çıkan yangın diye aktardığı gibi, burada da mahkumların kendi kendini yaktığını yazıyordu. Yazarlarından Tamer Korkmaz ve İlnur Çevik, operasyonu destekliyor ve geciktiğini kaydediyorlardı. Ahmet Turan Alkan ise öldüren değil, öldürülene dair analize girişiyor, Marksist eylem literatüründe ölümü yüceltmekten filan söz ediyordu.

Okuduğunuz üzre, medyamız ve köşe yazarlarımız, adeta operasyonu yürüten bir Sadettin Tantan kararlılığıyla sıraya dizildiler o günlerde. Bir çok tutuklu aksini söylerken, onlar kendi kendinizi yaktınız diye ısrarcı oldular. Tıpkı devlet gibi, ‘hayata döndürdü’ler. Unutmak mümkün değil. Unutmak affetmektir, unutamıyorum zaten. Belki, Köşe Vuruşu filan, yani bu köşe, sırf bu yüzden.

Çarşamba, Aralık 16, 2009

KÖŞE YAZARININ MUTSUZLUĞU


BUGÜNKÜ BİRGÜN YAZIM TASTAMAM AŞAĞIDA:

Cemal Süreya, “Günler” adıyla yayınlanan günlüklerinin bir yerinde “Mutsuzluğumu hak etmek için yazıyorum bu satırları. (…) Her şey den biraz söz etmek dindirici bir tül gibi iniyor üstüme” diye dertleşir. Cemal Süreya evvela bir şair olduğu için derdi bambaşka. ama geçen hafta bir kez daha hatırladığım bu satırlar, memleket ahvaliyle ilgili olarak samimi bir mutsuzluğa kapılan köşe yazarlarını getirdi aklıma. Her şeyden biraz söz etmeleri bu yüzdendir belki diye düşündüm sonra. Şanlı cumhuriyet tarihimizde yirmi yedinci kez bir parti kapatılırken ve çözüm bir kez daha siyaset dışına atılırken mutlu olmak mümkün değildi. Bir ara umutlanmış, Cemal Süreya’nın çağdaşı, arkadaşı Turgut Uyar’ın dediği gibi, “bütün mümkünlerin kıyısında” olduğumuzu hissetmiştik oysa ki. Bu umutsuzluğun içinde Köşe Vuruşu’nun bu yirmi beşinci yazısına özel olarak, sevmediğim yazı ve yazarları değil de geçtiğimiz hafta mutsuzluğunu samimi bir şekilde köşesine yansıtan yazarları ele alacağım. Kimbilir belki her şeyden bahsedersek, dindirici bir tül iniverir üstümüze.

KORKU
Geçtiğimiz hafta hepimizin ortak duygusu buydu. Barış ihtimalinden biraz daha uzaklaştıkça, korkuyu beklemeye başlamıştık. Ece Temelkuran tüm açıklığıyla bu korkuyu dile getirdi önce. Duyacağımız en korkunç şeyi de söyledi. “‘Terörist’ ve ‘Kürt’ ayrımı ortadan kalkmış durumda. Yetişkin ve çocuk ayrımı bile hatta... Çocukların bile birbirine düşman olduğu bir ülkede iç savaşın çıkmasına ne kalmıştır şunun şurasında!” dedi. İnanmak istemedik belki ama korkusu geldi içimize yerleşti. Sonraki yazısında “Ama daha kaç kere göçük altından kurtarılmak zorundaydı bu ülke?” diye sordu. Ece Temelkuran’ın sorusuna bir soru da ben eklemek isterim: Hayatımızın daha ne kadarını korkuyu beklemekle geçireceğiz biz?

İKİYÜZLÜLÜK
DTP’nin kapatılmasının ardından anaakım medyada yapılan yorumların çoğu aynı noktada birleşiyordu. Karar hukuki açıdan doğrudur, ama keşke olmasaydı. Yıldırım Türker, Radikal’deki köşesinde böyle düşünenleri “kınası arka cebinde hazır akil adamlar” diye tanımlayarak ikiyüzlülüklerinin nefis bir tanımını yaptı. DTP’nin Anayasa Mahkemesi’nce kapatılma kararını hukuken doğrudur diye onaylayanların çelişkisini şöyle teşhir etti: “Çocukları asan anayasayla pek barışık yaşayadururken, hiçbir katilden katliamcıdan üniformalıdan hesap sorulamazken, andıçlarla birbirini satı satıverirken, hepsi boynu bükük hukuk mücahitleriydi. Demokrasiye tapıyor lakin aydın zihinler olarak hukuk karşısında boyunları kıldan ince kalıyordu.”

VİCDANSIZLIK
Tuzla Tersaneleri, kot taşlama işçileri derken bir de ne zamandır hatırlamadığımız maden işçileri geldi yerleşti gündemimize. Elbette yine hepimizi kahreden ölüm haberleriyle. Bu konuyu pek çok yazar işlese de patronların vicdansızlığını en net haliyle Habertürk’ten Umur Talu, döktü kağıda: “İşçileri toplu halde her gün mezara sokup çıkarmış ve bir gün gömmüş...
İnsanların açlık, işsizlik korkusunu alabildiğine sömürmüş...
Sözde denetimde vicdan yoklamamış; can değil, cüzdanları kollamış...
Dünyaları madene gömülmüş 40 çocuğun yetimliğinde dahi utanmamış, hesap üstlenmemiş, hesabı kendine kesmemiş...” insanlardan söz etti Umur Talu. Anaakım medyanın sayıları bir avucu geçmeyen vicdan sahibi yazarlarından biri olarak, korkunun, ikiyüzlülüğün yanına bir de vicdansızlığı ekledi bu haftanın gündemine.

ALÇAKLIK
Hiç kuşkusuz geçtiğimiz haftanın en güzel yazısı gazetemizden Özgür Mumcu’nun yazısıydı. O yazı, belki de bu yılın en güzel, en içten yazısıydı. Bizi mutsuz eden alçaklığa dikkat çekmişti Özgür, bizim gazetenin okurları zaten okumuştur, ama okumayan varsa gazetemizin sitesinden bulur, okur mutlaka. Yine de şurası bir kez daha kağıda düşsün: “O üzerinden onlarca kurşun çıkan ilkokul öğrencisiyle, bir otobüste yanarak ölen genç kızın kardeşliğidir, eğer hâlâ varsa birbirimizi bağlayan.
Yoksa hep beraber alçaklığın konforunda buluştuysak ve birbirimize bunun hikâyesini anlatacaksak, Kürtlük de batsın Türklük de. Hakikaten ikisi de, ölen gencecik kızlardan, oğlanlardan ve çocuklardan daha değerli değildir.”

Özetle; Cemal Süreya’nın dediği gibi, pek çok yazarımız mutsuzluğunu hak etmek için yazdı bu hafta. Yine de biz bu mutsuzluğu hak etmemiştik demek istiyorum. Dünden iyi yarından kötü bir yıla başlamamızı umut ediyorum. Önümüzdeki hafta Köşe Vuruşu, kaldığı yerden devam edecek, ama bu hafta böyle oldu, alıştığınız gibi olmadı. Ortada bunca mutsuzluk varken eğlenerek yazı yazamayacaktım çünkü. Kusura bakmayın e mi?

Perşembe, Aralık 10, 2009

TÜRKİYE'YE HUZUR VERECEK YAZARLAR LİSTESİ

BU HAFTAKİ BİRGÜN YAZIM:

Başbakan Erdoğan’ın köşe yazarları hakkındaki açıklaması malum. Üzerine bir çok yazı yazıldı. Herkes kendince bir cevap yetiştirdi. Ancak bu toz duman içinde “köşe yazarları az yazsa burası daha huzurlu bir ülke olur” diyen Erdoğan’ın bile çok yazmasını isteyeceği bir takım köşe yazarları dikkatimi çekti. Başbakan Erdoğan’ın sözlerini az çok haklı bulup, ona dostane tavsiyeler vermek isteyen bu yazarlar, huzurumuzun teminatı gibiydiler adeta! Huzurumuzu daim etmek için bazılarını Köşe Vuruşu’nda ağırlamak istiyorum izninizle. İnternet gazeteciliği jargonuyla söylemek gerekirse işte, o yazarlar ve işte o tavsiyeler:

EMRE AKÖZ
Çoğumuz sokakta top oynadık. Sokakta top oynamanın kendine has bazı kuralları vardır. Bir defa topun sahibi kimse günün kralı odur. Tüm yeteneksizliğine rağmen baş tacı edilir ki, oyun devam etsin. Gelgelelim ondan daha sinir bozucu olan topun sahibinin yancısı olan çocuktur. Açıkçası Emre Aköz’ün AKP iktidarındaki performansı bana hep topun sahibinin yanındaki çocuğu anımsatıyor. Bu olayda da öyle. Başbakan Erdoğan’ın köşe yazarlarına fırçasını elbette haklı buluyor ve bunu “onun hedefinde ne tür bir zevatın olduğunu tahmin edebiliriz” diye açıklıyor Aköz. Onun, Başbakan’ına en büyük tavsiyesi “bunlarla uğraşmaya değmez” şeklinde. Başbakan’ına tatlı tatlı kızıyor ve sen bunlara laf ettikçe bunlardan kahraman yaratıyorsun demeye getiriyor. Hızını alamayıp Başbakan’ın bu sözüne cevap verecek köşe yazarlarını da peşin peşin ‘sümüklü’ ilan ediyor. Emre Aköz her gün bir değil, iki kez yazmalı ve huzurumuzu artırmalı bence.

MEHMET BARLAS
Daha önce Köşe Vuruşu’nda “Her iktidar koşulunda tam performans” sloganıyla övgüde bulunduğum Barlas, biraz temkinli olmakla beraber, Başbakan’a destek çıkmayı ihmal etmiyor. Bir açıdan bakınca Başbakan’ın tutumunu yanlış bulan Barlas, doğru olan bir açıyı da elbette buluyor ve huzur veriyor. “Yedi yıldır Başbakan olduğuna göre, onun yanlışlarının ve doğrularının da kendince bir hesaba dayalı olduğunu kabul etmemiz gerekiyor” diyerek doğru bulduğu tarafı açıklıyor Barlas. Yani Barlas’ın mantığına göre, Erdoğan yedi değil onyedi yıl Başbakan olsa tamamen haklı çıkabilir. Öte yandan onca yıllık tecrübesiyle, yandaşlardan değil de, muhaliflerden gelecek övgünün önemli olduğunu da biliyor. O yüzden Başbakan’a keşke böyle deyip ılımlı muhalifleri de kızdırmasaydın tavsiyesi veriyor.

SALİH TUNA
İncelediğim diğer isimler kadar önemli olmasa da Salih Tuna diye biri var. Şu aralar yazarlığını Mehmet Yakup Yılmaz’ın üzerine kurmuş durumda. Ama Başbakan’ın sözleriyle başlayan tartışmada da söz almadan durmadı elbette. Başbakan’ın azarını haklı bulmadığını söylemesine rağmen Mehmet Tezkan’ın Başbakan’ın sözleri karşısında utanması gerektiğini söylediği bir yazı yazdı ve kendisiyle çelişkiye düştü. Başbakan bir yazarı ya da yazarları azarlayacak, o yazar da utanıp susacak. Tuna’nın düşüncesi böylesine net. Salih Tuna’nın bu olaydan evvel, başta Mehmet Yakup Yılmaz olmak üzere Başbakan’ına demokrasi dersi vermeye çalışan yazarları aşağılamayı ihmal etmediğini de unutmayalım. Aslında ortalıkta Salih Tuna – Mehmet Yakup Yılmaz polemiği olmasa ve Yeni Şafak’ın Mehmet Yakup Yılmaz’ı kim deseler, bir an bile tereddüt etmeden Salih Tuna derdim, çünkü birbirlerine bu yazının konusu olmayan pek çok sebeple çok benziyorlar.

Ayrı başlıklarla incelediğimiz yazarlarla birlikte, “başbakanı haklı bulmuyorum ama” makamını tutturan başka yazarlar da var. Fehmi Koru, Ahmet Kekeç gibi isimler başbakanın bu söylemini yanlış bulmakla birlikte bunlar da hiç mi hak etmiyor civarında düşünüyorlar. Bir de mesele hakkında yazı yazmayıp şaşırtanlar var. Ekrem Dumanlı ve Akif Beki mesela. Oysa Ekrem Dumanlı, gazetecilik dersi verdiği yazılarından birini bu tartışmaya ayırabilirdi. Görmezden geldiyse bir bildiği vardır elbette. Ama onun yerine bir liste çıkarma işi de bize düştü işte. Gelelim Akif Beki’ye. Ben şahsen, bütün köşe yazarları Akif Beki olsa Türkiye’nin çok huzurlu bir yer olacağını düşünüyorum! Erdoğan’ın hayalindeki Türkiye, herhalde tüm köşelerinde Akif Beki’nin yazdığı bir Türkiye. Orası öyle bir ülke ki, o ülkenin hem sağ, hem de sol beki Akif Beki. Eğer ‘iyi bir köşe yazarı olursanız,’ siz de o ülkeyi görebilir, Akif Beki gibi huzuruna huzur katabilirsiniz.

Perşembe, Aralık 03, 2009

ÖZKÖK'TEN KAÇARKEN DUMANLI'YA TUTULMAK


Ertuğrul Özkök, geçtiğimiz pazar “bazen ‘Ekşi Sözlük’te, hakkımda yazılanlara bakıyorum ve “aman allahım, bu canavar ben miyim” diye soruyorum?”diye yazdı. Orada çizilen portreyi kendisine benzetemediğini de ekledi. Arkadaşlarla bu yazı üzerine konuşurken içimizden biri, “Hürriyet’in başında Ekrem Dumanlı’nın olduğunu düşünsenize, o zaman Ertuğrul Özkök’ü mumla aramaz mıyız?” diye soruverdi.

“Ya Özkök’ten şikâyet ederken Dumanlı’ya tutulursak?” aslında hepimizin kafasındaki soru buydu. Tamam, belki hiçbirimiz Hürriyet’in hedef kitlesi değiliz. Ama nihayetinde Hürriyet, Türkiye’nin anaakım gazetesi. Yani eleştirel gözle de olsa her gün Hürriyet okuyoruz. Öte yandan iktidarın ve sermayenin el değiştirmesiyle Özkök ve Dumanlı isimleri sık sık karşı karşıya getirilmeye başladı. Hal böyle olunca bir karşılaştırma yapmak şart oldu. Bakalım, Özkök ve Dumanlı birbirinden ne kadar farklı ya da ne kadar birbirine benziyor?

‘İKİSİ DE EMEKÇİ DOSTU’
Özkök’ün de, Dumanlı’nın da yönettikleri gazetelerin yayın politikasında emekçilere karşı ‘büyük bir hoşgörü’ var. Emekçilerin meydanlara çıkıp zarar görmemesi için ellerinden geleni yapıyorlar ya da geçmişte bolca yaptılar. Emekçiler ‘aman bir daha eylem yapmasın, biber gazı, cop yemesin’ diye eylem haberlerini, olaylarla manipüle etme konusunda çok benzeşiyorlar. Hani Avrupa’da işçi sınıfı, haklarını evinde ailesiyle oturup kazanmış olsa ikisine de hak vereceğim ama, bu kadar ‘işçi sevgisi’ beni bile rahatsız ediyor.

‘İKİSİ DE MESLEĞİNE AŞIK’
Özkök’ün de, Dumanlı’nın da meslekleriyle bir derdi var. Biri Uğur Mumcu tipi gazeteciliği demode ilan edip, kendilerinin ‘layığıyla yaptığı’ yeni bir gazetecilik türünü işaret etmişti. Bir diğeri, ‘tasfiye edilecek gazeteciler listesi’nden bahis açarak medyada yeni bir dönem başlatma hevesinde. Ayrıca Dumanlı, pazartesi günleri gazetecilik dersleri vererek olayı bir adım ileriye götürüyor ve ‘önyargılarını kırmış’ gazetesini örnek olarak sunuyor. Kısacası ikisi de ‘meslek aşkından’ olacak bir ekol yaratma peşinde.

‘İKİSİ DE BİR ŞEYLERİN ESKİSİ’
Özkök sık sık solcu geçmişinden bahis açıp, özeleştirisini yapıyor. Dumanlı ise eski ülkücü. Yani ikisi de bir şeylerin eskisi. Dumanlı da bir röportajında ‘kaytan bıyıklı ülkücü olmadım hiç’ diyerek, içinden geldiği siyasi oluşuma karşı eleştirel bir tutum takınmıyor değil. Geçmişe eleştirel bakan ikili ciddi bir meselede ayrışıyorlar. Özkök 12 Eylül’ü bir kurtuluş, Kenan Evren’i bir kurtarıcı olarak görürken, 12 Eylül’ün doğrudan zararını görmüş Dumanlı konuya o kadar hoşgörülü yaklaşmıyor. Ancak Zaman gazetesinin temsil ettiği zihniyeti iktidara götüren yolu 12 Eylül’ün açtığı da bir gerçek. Bu açıdan 12 Eylül her ikisi için de kurtuluş.

‘İKİSİ DE EĞİTİMCİ’
Her iki genel yayın yönetmenin de eğitimci geçmişi var. Ama bir farkla. Özkök akademisyen, Dumanlı öğretmen. Özkök yeri geldiğinde akademisyenlik günleriyle övünüyor, ama Dumanlı öğretmenliğinden pek bahis açmıyor. Hatta bir röportajında “geçim için fiil çatılarını anlatmak gibi bir derdim olsun istemiyordum” bile diyor. Özkök’ün akademisyenliği bir prestij meselesi olarak görünürken, her nasılsa Dumanlı, ‘dersane öğretmeni’ diye küçümsenebiliyor.

Popülerlik konusuna gelince Dumanlı’nın ciddi bir sıkıntısı var. Misal, Ekşi Sözlük’te Özkök hakkında 1093 giriş varken, Dumanlı hakkında sadece 66 giriş var. Madalyonun diğer yüzü İHL Sözlük’te bile 111’e, 45 gibi açık farkla Özkök önde. Dumanlı, Özkök’ün sıkıcı olmamak için yazdığı light pazar yazılarının tadını, kitap çıkarmaya varan edebiyat, sanat ve sinema yazılarıyla yakalamaya çalışıyor. Lâkin, Özkök, günde kaç liralık şarap içtiği sorusuyla bile gündem olabiliyor. Olmadı umreye giderek olay yaratıyor. Bu açıdan bakınca Dumanlı biraz sıkıcı görünüyor.

Artık Özkök üzerimizde nasıl bir sendrom yarattıysa, bizim mahallede senelerce Özkök’ü yerden yere vurmuşlar bile Dumanlı gelirse Özkök’ü çok ararız noktasında. Öte yandan medyadaki dengelerin bozulmasını sermayenin el değiştirmesiyle açıklarsak bizler için değişen bir şey yok aslında. Yönettikleri gazetelerin emekçiye bakışındaki benzerliği de göz önüne alın, “Özkök mü, Dumanlı mı?” sorusu yerine “başka bir medya mümkün mü?” sorusundan başka bir şey kalmıyor yine elimizde.

Yazının BirGün linki için tıklayın

Çarşamba, Kasım 25, 2009

BİR GÜN HERKES YILMAZ ÖZDİL OLACAK!


BUGÜNKÜ BİRGÜN YAZIMIN TAMAMI AŞAĞIDA:

Bilmeyenler için kısaca özetleyeyim: Dini bütün esnafın cuma vakti dükkanının camına iliştirdiği “Cumaya gittim gelicem” yazısının internette bütün bir gün, her eylem için tekrarlandığını düşünün. İşte buna Twitter deniyor. Biraz daha açmak gerekirse, “Şimdi Ümit Alan’ın BirGün’deki yazısını okuyacağım, yine kime sallamış merak ediyorum? Onunla bununla uğraşacağına oturup kendi bir şey yazsa ya.” gibi durumunuzu internetten anbean bildirmeniz twitlemek oluyor.

Twitter’ın en önemli özelliği bir iletinin 140 karakter ya da vuruşla sınırlı olması. Yani derdinizi 140 vuruşta anlatmanız şart. Bir nevi mini köşe yazarlığı yani. Zaten büyük büyük köşe yazarlarımız da bu mini köşe yazarlığının cazibesine kapılmış, Twitter’a girmiş durumda. Madem ki, köşe yazarlarımız Twitter’ı bu kadar çok seviyor, o zaman tasarruf için tüm köşe yazılarının 140 vuruşla sınırlanması gibi bir uygulamaya geçilebilir. Köşe yazılarını kısaltmak için büyük çaba sarfeden editörler bu işe çok sevinir.140 vuruşluk hayali köşe yazılarıyla bu uygulamanın bir denemesini yapmak istedim. Buyrun twitköşeciliğine. Olup olmadığına siz karar verin.

Ertuğrul Özkök
Gelin itiraf edelim, o uzun köşe yazılarından hepimiz sıkılmadık mı? Tıpkı iyi Fransız şarapları gibi tek yudumla büyülemeli bir köşe yazısı.

Serdar Turgut
Amerika'da seks için artık öyle diller dökülmüyor. Her şey kısa yoldan hallediliyor. Bunun Türkiye'ye gelmesini daha ne kadar bekleyeceğiz?

Engin Ardıç
Bizim solcular bu Twitter'ı beceremez. Bakın Marx'ın Kapital'ine tuğla gibi. O gelenekten gelen adam hiç bu kadar kısa yazabilir mi? Yazamaz.

Güneri Civaoğlu
Bodrum’da bir akşamüstü. Kadehlerimizi Twitter için kaldırıyoruz. Twitter'ın mucidi Şeffaf Oda'da konuğumuz. Fazla söze gerek yok, sıradışı.

Hıncal Uluç
Twitter diye bir site varmış. Mucidi adam değil. Anlamıyor bu işlerden. 140 vuruşluk yazı olmaz. Ona kıssa denir. Nerde o eski gazetecilik?

Can Dündar
Bir zamanların uzayıp giden aşk mektupları, 140 vuruş sınırında naçar kalıyordu. Lâkin aşk için kimi zaman tek vuruş, tek bakış bile yeterdi.

Yılmaz Özdil
Twitter dediğin 140 karakter. Başımızdakilerse 140’tan fazla karaktersiz.

Ahmet Hakan
Biz Twitter’a geldiğimizde kimseler yoktu. Buranın kahrını biz çektik ama sefasını yandaşlar sürüyor. O zaman da ilkeli durdum şimdi de öyle.

Oray Eğin
Twitter sadece Amerika’da bilinirken biliyordum. İyi bir projeydi. Ama bence Türkçe Twitter'a uygun değil, İngilizce olmalı Twitter'ın dili.

Bu yazıların hiçbiri gerçek değil elbette. Bu yazarlar “140 vuruş yazsa nasıl bir şey olurdu”yu anlatmak adına uydurduğum şeyler. Çünkü Twitter özellikle son bir ayda Türkiye’de çok moda. Ünlü ünsüz herkes orada. Yukarıdaki listenin içinde de hali hazırda Twitter’da yazanlar var. Bu kadar insan bir araya gelince elbette kavga gürültü eksik olmuyor. Mesela geçen hafta, Ahmet Hakan’ın gerçek zannedip sahte Sinan Çetin’le polemiğe girmesi kaçırılmayacak şamataydı.

Her şey böyle giderse gelecekte en uzun köşe yazıları bir twit uzunluğunda olacak bence. Çünkü, kimsenin bu yoğun iletişim bombardımanında daha fazlasını kaldıracak gücü kalmayacak. Bunu bir kehanet olarak ortaya atmam gerekirse; ‘bir gün herkes Yılmaz Özdil’ olacak, bazen tek sözcükle bile köşe yazacak diyebilirim. Özdil, henüz Twitter’da olmasa da oraya en hazır yazar çünkü. Bu arada, henüz Özdilleşme sürecini tamamlayamamış acemi bir kısacı olarak twitter.com/umitalan adresindeyim efendim, beklerim.

Yazının BirGün linki için tıklayın

Yazının Medyatava yansıması için tıklayın

Çarşamba, Kasım 18, 2009

SALDIRAY ABİ KÖŞE YAZARI OLSAYDI...



BU HAFTAKI BİRGÜN YAZIMIN TAMAMI AŞAĞIDA:


Açık yazayım, Hıncal Uluç’un Ayşe Arman’a verdiği üniforma fantezili röportajın üzerine çıkılamayacağını düşünürdüm. Hıncal Uluç’un her şeyi meşru kılan “Hıncal Abi” payesine dayanan özgüveniyle bu konuda zirveyi gördüğüne emindim. Ancak Taraf’ın bıçkın delikanlısı, Habertürk’e verdiği röportajla arayı kapatıverdi. Rasim Ozan Kütahyalı’nın şöhret hırsı hakikaten korkutucuymuş. Demokrasi mücahitliğiyle başlayan maceranın Helin Avşar’ın bacaklarında nihayetlenmesi, köşe yazarlığı piyasasındaki çılgınca rekabetin boyutlarını gösteriyor öte yandan.

Hayır, madem ki, böyle bir işe kalkışıldı, Esquire, Boxer, Cosmopolitan gibi dergilerdeki estetik fotoğraf tadı yakalanabilirdi pekala. Şimdi durup dururken 80’li yılların Stüdyo Erol tadını hatırlatmanın ne manası vardı ki? Artık ciddiye alınmadığını fark etmiş olacak ki, yakayı bağrı açıp, ucuz erotizme yaslanırsam belki söylediklerim de konuşulur diye düşünmüş olmalı. Ama yine başarısız oldu. Röportajdan geriye hazretin göğüs kılları kaldı. Ancak röportajdaki kimi fikirleri ön plana çıkarmak gibi bir derdi varsa ona daha seksi fotoğraflar önermek isterim.

‘70’LERDEKİ GENÇLER HASTALIKLIYDI’
Rasim Ozan Kütahyalı’nın ‘büyük Türk gazetecisi’ Helin Avşar’a verdiği röportajın başlıklarından biri bu. Kütahyalı, 70’lerin idealist gençlerine nazaran şimdiki gençleri daha sağlıklı buluyormuş. Bu fikrini sağlıklı bulduğu apolitik genç kızlar tarafından şehvetle kovalanıp denize dökülürken fotoğraflayabilirdi pekala. Bir zamanın gençleri Amerikan askerlerini denize dökerken, şimdiki gençler de benim gibilerin peşinde, bakın ne kadar güzel demenin kolay bir yolu olabilirdi bu. Kütahyalı’nın kafasındaki Helin Avşar tarzı Türk genci idealini daha iyi görselleştirebilirdi bu fotoğraf. Düşünsenize Helin Avşar gibi yüzlerce genç kız, ‘zamanınımızın kahramanı’ Kütahyalı’yı kovalıyor ve Kütahyalı ellerinden denize atlayarak kurtuluyor. ‘Tam da çılgın seks yapan kadın severim’ diyen yazarın hayalindeki Türkiye’ye yakışan bir fotoğraf olmaz mıydı?

‘GÜLEN HAREKETİ İÇİNDEKİ SAHTEKARLAR’
Rasim Ozan Kütahyalı’nın Fettullah Gülen cemaatine mensup olduğu da sık sık iddia edilir. Helin Avşar da sanıyorum bu iddialardan yola çıkarak Gülen hareketiyle ilgili bir soru sormuş Kütahyalı’ya. Kütahyalı ise “arkadaş iyi de çevresi kötü” gibisinden bir cevap vermiş bu soruya. Gülen hareketinin içinde özgürlükçü insanlar olduğu gibi eyyamcı ve sahtekar insanların arttığından dem vurmuş. Bu sahtekarları ‘gerekirse’ isim isim yazacağını iddia etmiş hatta. Buradaki ‘gerekirse’ vurgusuna takıldım şahsen. Hani korkusuzduk, gözümüz kapalı orduya bile girişiyorduk, hani özgürlük çarpıntı yapıyordu? Eğer röportajı, kendisinin Helin Avşar’ın bacaklarını okşayan fotoğrafları yerine ‘gerekirse’ isimlerini yazacağı o ‘sahtekarlar’ın fotoğraflarıyla süsleseydi, eminim daha çok dikkat çekerdi.

MÜKEMMEL ORDU İDEALİ
Kütahyalı bu röportajda ‘güçlü ve dinamik ordu’ idealinden de bahsetmiş. Türkiye’de devletin bir ordusunun değil, ordunun bir devleti olduğu gibi aslen kendisine ait olmayan haklı bir teze atıfta bulunarak yapmış bunu. Ancak bu arada “ben ordumu severim”, “sevdiğim için eleştiriyorum” gibi çevir kazı yanmasın hamlelerine ne demeli? Hangi orduyu sevdiğini sormak isterim kendisine? 12 Eylül’dekini mi? Cevabını bilemem ama ‘güçlü ve dinamik ordu’ hayalini üniforma fantezili bir fotoğrafla desteklese daha iyi anlatırdı sanki. Gerçi Hıncal Uluç bir benzerini yaptı ama olsun.

90’ların efsane TV dizisi bir Demet Tiyatro’yu hatırlayanlar Saldıray Abi’yi de iyi hatırlar. Kadınlara karşı aşırı ilgisi olan bu karakter, Züleyha ile sevişme hayaline bir türlü ulaşamaz ve sık sık komik duruma düşerdi. Yazarlıklarına sola ve sol geleneğe saldırmak ve başarısız olmak üzerine kurmuş kimi köşe yazarlarını da Saldıray Abi’ye benzetiyordum açıkçası. Rasim Ozan Kütahyalı’nın son röportajı kafamdaki imgeyi biraz daha netleştirdi. Eğer Saldıray Abi köşe yazarı olsaydı, herhalde sola saldırarak prim yapmaya çalışan köşe yazarlarına benzerdi. En az onlar kadar komik olurdu. ‘Yalanım varsa, şuradan şuraya sevişmek nasip olmasın!’

Yazinin BirGün sayfası için tıklayın

Çarşamba, Kasım 11, 2009

ZAMAN GAZETESİ KENDİ ÖNYARGILARINI KIRACAK MI?



BUGÜNKÜ BİRGÜN YAZIM:

En az bir aydır dönen bir Zaman gazetesi reklamı var. Ne zamandır yazmak istesem de gündem nedeniyle fırsat bulamadım. Hatta bu hafta da başka bir konuyu çalışırken sinemada söz konusu reklamla yüzleşince daha fazla ertelememem gerektiğini düşündüm. Hem artık büyük bir çoğunluğu izlemiş kabul ederek yazabilirim. Ben bu reklamı her izlediğimde “Zaman gazetesi acaba önyargılarınızı kırın derken kendine mi hitap ediyor?” diye sormadan duramıyorum? Zira söz konusu Zaman gazetesi reklamı bir aydır dalga geçer gibi, önyargılarımızı kırmamızı öğütlüyor. Ne var ki, Türkiye’de önyargı deyince, benim aklıma ilkin Zaman gazetesi geliyor. Neden mi? Örneklerle inceleyelim.

KATİLLER İLLA Kİ RAKI İÇER
Zaman gazetesinin sabit ön yargılarından biri suçluların dindar olmayacağı, hatta rakı içeceğidir. Hrant Dink cinayetinden sonra Ogün Samast ile ilgili haberi buna bir örnek olarak gösterilebilir. Haber için bir çırpıda Samast’ın arkadaşlarıyla konuşulmuş, cuma namazına gitmediğinin, dindar olmadığının hatta rakı içtiğinin altı sıkı sıkıya çizilmiştir. Bu tek örnek değil. Bu olayın evvelinde Danıştay Cinayeti zanlısı Alpaslan Aslan’a yaklaşımı da aynıdır Zaman’ın. Aslan hakkında yapılan haberde, apartman yöneticisinin görüşüne yer verilir ve “rakı içtiği” ısrarla vurgulanır. Bir kuruluş, katil zanlılarıyla ilgili yaptığı ilk haberlerde ısrarla dindar olmadığından ve rakı içtiğinden dem vuruyorsa, orada bir önyargının haber diline sızdığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Önyargıları kırma reklamlarından sonra umarım buna da dikkat ederler.

ALİ BULAÇ’A ÖZEL PARANTEZ
Zaman’ın ünlü köşe yazarı Ali Bulaç’ın önyargı karnesi de hayli kabarık. Güngören’deki terör eylemi sırasında Metallica konserinde olanları “Laik, ateist, agnostik aczmendi müsveddeleri” diye kolayca tanımlayan Bulaç, sizce de fazlasıyla önyargılı değil mi? Bulaç’ın önyargıları burada bitmiyor. Bulaç, bir televizyon programında Irak, Afganistan gibi ülkelerde yapılan sivillere yönelik katliamların çoğunlukla eşcinsel eğilimli askerler tarafından yapıldığına ilişkin bir iddianın altını çizerek, bu kez de eşcinsellere karşı önyargılı bir tutum sergiliyor. Sonrasındaki bir yazısında ise eşcinselleri, eşcinselliklerini empoze etmekle suçlayarak eleştiri hakkının olduğunda ısrarcı oluyor. Bu örneklerden anlaşıldığı kadarıyla Zaman gazetesi reklamını en çok izlemesi gerekenlerden biri Ali Bulaç.

ÖNYARGI POTPURİSİ
Daha önce Ekrem Dumanlı’nın tasfiye listesi üzerine yazdığım yazıda ele aldığım bir takım örnekleri de ‘önyargıları kırma’ çerçevesinde yinelemek gerek. Kemal Kılıçdaroğlu’nu “Dersim isyanıyla meşhur Tunceli’de doğan” diye tanıtmak, Kılıçdaroğlu’na övgü için yergi için mi kullanılmış bilemedim ama bir insanı doğduğu şehirde kendisinin alakası olmayan bir isyanla anmanın önyargıyla bir ilgisi vardır diye düşünüyorum. Yine Zaman yazarı Mümtaz’er Türköne’nin Alevileri bir çırpıda darbeci ilan edip, azınlık oldukları için aşağılaması da ön yargı çerçevesinde değerlendirilebilir. Zaman yazarı Hekimoğlu İsmail’in “İslamiyet'ten uzaklaşan, insanlıktan uzaklaşır; Darwin'in de dediği gibi, maymun çocuklarına döner!” ifadeleri de İslamiyetten uzaklaşmaya niyetli olan ya da uzaklaşmışları nasıl gördüğüne dolayısıyla koskocaman bir önyargıya delalet. Öte yandan Zaman gazetesinin sendika ve emekçi haberlerine yaklaşımını da az çok biliyoruz. Ne zaman bir emekçi eylemi olsa “vandallık” diyecekleri bir şey buluyor, eylemden ziyade ‘nasıl manipüle edebiliriz’e odaklanıyorlar. Emekçilere karşı ayrı bir yazı konusu olarak ele alınacak kadar çok önyargıları var. Onları sonra ele alırız.

Evet reklamda abartının yeri vardır. Reklam gazetecilik gibi katı gerçeklerle hareket etmez. Ama düz vitesli arabayı, otomatik vites diye tanıtırsanız tüketici bunun hesabını sorar. Gazete biraz daha soyut kavramlar üzerinden hareket ettiği için sınırları bu kadar katı çizemiyorsunuz, ama yine de reklamıyla Zaman gazetesi arasında büyük bir çelişki var. Yukarıda sıraladığımız önyargılara sahip bir gazetenin diğer gazetelere ve topluma “önyargılarınızı kırın” demesi abes. Eyvallah, reklam iyi. Görüntüler güzel. Mesaj harika. Ancak reklamcılığın “iyi reklam, kötü ürünü batırır” ilkesini de unutmayalım veya çocukça bir iyimserlikle Zaman gazetesinin ‘iyi’ olmak için önyargılarını kıracağını umalım.

Söz konusu Zaman reklamını izlemek için tıklayın
Bu yazının BirGün sayfası için tıklayın
Yazının Medyatava yansıması için tıklayın

Cuma, Kasım 06, 2009

EDEBİYAT İÇİN BİR CİNAYET İŞLEDİM



GEÇTİĞİMİZ HAFTA ÇIKAN BİRGÜN KİTAP İÇİN ECE TEMELKURAN İLE YAPTIĞIM RÖPORTAJIN TAM METNİ:

Bu sözler Ece Temelkuran’a ait. Edebiyatçının biri olmaktan vazgeçerek işe başlaması gerektiğini düşünüyor çünkü. Edebiyatsız geçen zamanını “hesap et kaç yıldır nefesimi tutuyorum.” diye anlatan Temelkuran’ın bir sürprizi var okurlarına. Uzun bir süredir yurtdışında bir roman üzerinde çalışan Temelkuran, bugünlerde romanını tamamlamak üzere. “Akvaryumdan denize salınan bir balık gibi...” heyecanlı üstelik bu konuda.

Ece Temelkuran’ı pek çoğumuz bir gazeteci olarak biliyoruz. Hepsi iyi yankı uyandıran gazetecilik kitaplarının yanı sıra Bütün Kadınların Kafası Karışıktır ile başlayan, İç Kitabı ve Kıyı Kitabı ile devam eden ve bir üçleme niteliği kazanan kitaplarıyla bambaşka bir tarafı da var Temelkuran’ın. Romanıyla ilgili ayrıntıları kendisinin isteğiyle sonraya bıraksak da; yazı, edebiyat politika üzerine, biraz da ustaların yol göstericiliğiyle konuştuk.

Ece Temelkuran, neden yazdığını, gazetecilikle edebiyatçılık arasındaki ilişkiyi, roman yazmaya nasıl karar verdiğini ilk kez BirGün’e anlattı. Biz de Ece Temelkuran ile yeni bir romancı olarak olarak ilk söyleşisini yapmış olduk böylece.


Ümit A.: Çok klasik bir sorudur, ama her yazara sorulur. Hatta yazarlar da kendi kendilerine sorup cevaplarlar bazen. Niçin yazıyorsun?

Ece T.: Bu soruyu sormayı öğrenmeden çok önce başladım ben yazmaya. Hatta yazmayı öğrenmeden önce yazmaya başladım. Hatta diyebilirim ki, uzun süre yazmanın yaşamaktan ayrı bir şey olduğunun bile farkına varamadım. Bunun da şöyle bir sonucu oldu: Bu sorunun gereksizliğini ve imkânsızlığını da, hiç değilse benim için lüzumsuzluğunu da erken anladım. Doğru soru, sanırım, niçin değil, ne için yazıyorum? Çıplak gözle görünmeyen, büyük yalnızlığıma derman olmak için yazıyorum. Bir denizanasına dönüşmemek için... Bütünüyle ve eksiksiz kendim olabildiğim bir uzay yaratıyor edebiyat. Geri kalan her yerde, yemin ederim böyle bu, nefesimi tutuyorum. Hesap et, kaç yıldır tutuyorum nefesimi!


Ümit A.: Epeydir tutuyor olmalısın. Son röportajlarından birinde 8 yaşında net olarak “ben yazar olmak istiyorum” dediğini söylemişsin. O zaman kafandaki yazarlık gazetecilikle mi bağlantılıydı yoksa edebiyatçılığı mı kastediyordun?

Ece T.: Şiirden söz ediyordum esasen. Edebiyatın özü orasıdır, başka hiçbir şey değil. Geri kalan edebiyat şiirin seyreltilmiş halidir sadece. Gazetecilik bahsine gelince... Başından beri, önce bilinçsiz, sonra kesinlikle teammüden, tam ortada bir yerde durmaya çalıştım. Gazeteciliğin hiper-gerçekliğiyle edebiyatın ‘hakikati’ arasındaki belalı arazide. Gazeteciliğe de, hikayelerin toplandığım bir hayat alanı olarak baktım. Biraz Melih Cevdet Anday’ın söz ettiği ‘ıssız telgrafhane’ gibiydim, gibiyim ya da. Halkımın, halkların sesleri beni uyutmuyor, uyutmadıkça ben de uyuyanları dürtüyorum! İnsanlığın ortak kalbinden haberler veriyorum. Ama esas olan, sanırım gazetecilik boyunca gördüğüm hikayeleri alıp, geri, edebiyata, evime götürme isteğiydi. Nitekim öyle de oluyor şimdi. Böyle bir edebiyata inanıyorum zira. Çamura bulanmış bir edebiyata! Edebiyatın kulelerde tasarlanan değil, insan kokusuyla kutsanan bir asaleti olduğuna inanıyorum. Asaletini ancak öyle korur edebiyat: İnsana bulanarak.

Ümit A.: Nabokov bir denemesinde” “Bir yazara üç noktadan bakılabilir. Bir öykücü olarak görülebilir, bir öğretmen olarak, bir büyücü olarak. Büyük bir yazar, üç niteliği –öykücü, öğretmen, büyücü- birleştirir, ama onda ağır basan, onu büyük yazar kılan özellik büyücülüğüdür.” der. Sen şimdi romana kalkışmış biri olarak gazetecilik geçmişinden ötürü öğretmenlik özelliğinin ağır basmasından korkmuyor musun?

Ece T.: (Gülüyor) Büyük ve kesin bir eşitliğe inandım ben. Çok da zararını gördüm ‘Alçakgönüllü olma öyle zannederler’ lafının. Tasavvufu ve sosyalizmi öğrenmeden önce, çok önceden beri ‘hiç kimse’ olmak peşindeyim. Orada rahat ediyorum, orada etim hakiki sözü salgılıyor çünkü. Dolayısıyla öğretmenlik şöyle dursun, en boynu bükük öğrenci gibi hissettim kendimi. Zaten bu gazetecilik, köşecilik işinden o yüzden tedirginim. ‘Biri’ olmaya o kadar zorlanıyorsun ki... Orada da edebiyat mümkün değil. Bir edebiyatçı önce kendini öldürür, sonra en sevdiklerini, en son da içindeki erdemleri, yazmaya başlamadan önce böyle bir dizi cinayet işlenir. Ama eğer ‘biri’ olmuşsanız artık o biri nasıl davranması gerekiyorsa öyle davranmalısınız. Bu yüzden diyorum zaten nefes alabildiğim yer edebiyat diye. Bu yüzden de zaten biri olduğum Türkiye’de değil, Beyrut’ta ve Oxford’da yazdım kitabı.


Ümit A.: Milan Kundera, romanın sonunun geldiğiyle ilgili tartışmalarda “eğer romanın gerçekten ortadan kalkması gerekiyorsa, bu onun gücünün tükenmesi yüzünden değil, kendisine ait olmayan bir dünyada bulunması yüzündendir.” diyor. Sen bir gazeteci olarak hiç kuşkusuz dünyayı çok daha yakından takip ediyorsun. Sence, romanın kendisini ait hissedeceği bir dünya var mı hâlâ?

Ece T.: İki dünya var bence romancı için. Bir ‘korsanların’ dünyası, bir de ‘kaptanların’. Yazarın, iletişim çağının dalgaları giderek daha büyüyen okyanusunda durduğu iki yer var. Üstün özne olarak yazarın ya da söz sahibinin varoluşu ölümcül bir tehdidle karşı karşıya. Bir bakıma yazarın iktidarının atomlarına parçalandığı bir döneme giriliyor. Peki o zaman kimin sözünü dinleyeceğiz? Ya da üyeleri belli bir filtreden geçmeden bir araya gelen bu dev söz kolektifinin yarattığı ‘söz’, ‘fikir’ doğru mudur? Örneğin; Ekşi Sözlük bu bakımdan kerteriz alınacak bir mikro-cosmos, bir laboratuar olabilir. Diyelim ki Ece Temelkuran için söylenen, oluşturulan ‘ortak cümle’ gerçeği karşılar mı? ‘Doğru’ söyler mi? Bu noktada sosyalist bir bakış açısında diretmek lazım. İnsanın özünde iyiliğe doğru bir potansiyel olduğunda inat etmek gerek. Yani kolektif olana inancınız varsa bunun da eninde sonunda ‘iyi’ olduğuna inanmak zorundasınız. O kolektif, sözün iktidarını parçalıyorsa, kendiniz bundan zarar görseniz bile buna iyimser bir biçimde katılmak zorundasınız. Kendi iktidarınızda diretmek...

Ümit A.: İnternetle birlikte bu dünya daha da farklı şekillendi değil mi?

İnternetle devleşen söz denizinde, söz söyleme hakkının kime ait olduğunun giderek belirsizleştiği tedirginlik denizinde işte, ‘kaptan’ olmak isteyen yazarlar, bu yüzden gidip büyük ticaret filolarına yanaşıyorlar. Çeşitli pazarlama teknikleriyle kraliyet filolarına atıyorlar kapağı. Bir seçimdir, tartışılır. Ama sadece edebiyatın gerektirdiği ‘hiç kimse’ olma, ‘hiç kimselerden yana olma’ gerekliliğen ihanet edilmiyor orada, aynı zamanda bu kolektiften kendini ayrı tutanlar bir tür aristokrasi oluşturup karşı-devrimci bir duruş benimsiyorlar bana kalırsa. Ama korsanlar dünyayı ele geçiriyor! Kitap korsanlarından söz etmiyorum. Daha derin ve geniş anlamda, fikri mülkiyetin, sözün iktidarını yerle bir eden bir korsanlık ahlakından, o yöne giden bir ‘başıbozukluktan’ söz ediyorum. Roman işte, kendine böyle bir dünyada yer bulmaya çalışıyor şimdi. Biz de, ayıptır söylemesi, bir ‘Medar-ı Maişet Motoru’ ile yola çıkıyoruz şimdi. Yani yeniden. Ben romanın değilse bile hikâyenin ölümsüzlüğüne ve kendi yelkenini dolduracak rüzgâra sahip olduğuna inanıyorum.

Ümit A.: Günün birinde bir ayrım noktasına gelsen, gazetecilik mi, edebiyat mı diye sorsalar hangisini tercih edersin?

Ece T.: Hep edebiyattır bu sorunun cevabı. Ama hep!

Ümit A.: Gazetecilikten edebiyata geçen Hemingway, gazetecilik yaptığı sıralarda gazetecilik tarzını geliştirmek için boş bir kağıt üzerine birbiriyle alakasız cümleler yazarmış. Romanlarındaki kısa ve basit cümleler bu çabayla oluşmuş. Senin gazeteciliğinin yazarlığına ne tür bir katkısı olmuştur?

Ece T.: Bana savrulma hakkını verdi! Nasıl dersen şöyle: Yazının endüstri ile dünya tarihinde daha önce görülmemiş cinsten bir ilişkisi oluştu son yıllarda. Karşılıklı bir kölelik ilişkisi bu. Yazar, çok satmak ile kazandığı şöhret ve göreceli itibar karşılığında ritmik olarak üretmek zorunda. Hatta buna ‘Bandist Roman’ diyebiliriz. Zeki Coşkun ‘para-roman’ diyordu son derece yerinde bir saptamayla. Ben daha ileri gidildiğini düşünüyorum. Bandist üretim tarzıyla roman üretiliyor artık. Bunun da yazardan beklediği bir şey var: Hayata bulaşmamak, savrulmamak. Senden beslenen bir endüstri var, onu beslemek için bir memur kadar öngörülebilir bir hayatın olmak zorunda. Ne üretiyorsan hemen hemen aynısını, ya da sadece ‘piyasayı ürkütmeyecek kadar’ bir sürpriz payıyla üretmeye devam etmek, yapman gereken bu. Yani yazarın ‘Şöyle bir şey yaşadım, artık edebiyatım değişti’ deme hakkı yok. Zamanı da yok zaten. Gemileri yakma hakkı olmayan bir edebiyattan ne çıkar? Vallahi bana sorarsan bir halt çıkmaz! Gazetecilik bana savrulma hakkını verdi. Evsizlik hakkını, göçebelik imkânını. Yıkıp yeniden yapmayı ve yıkılıp yeniden yapılan hayatlara en yakından tanıklık etme imkânını. Kanı, vahşeti, kötülüğü, alçaklığı görmem imkansız olurdu gazetecilik yapmasıydım ve içinde bunlar olmayan edebiyatı da eksik bulurum doğrusu.

Ümit A.: Bazı kitapları okuduktan sonra insan hiç eskisi gibi olmaz. Yazarları, yazar yapan kitapların da bunlar olduğunu söylenir. Ben şu kitaptan yazar oldum diyeceğin kitaplar var mı?


Ece T.: Kitaptan değil, hayattan oldum ben biraz. Ama 16 yaşındayken okuduğum Zorba’yı asla ve kat’a unutmam. Bir de Suç ve Ceza’yı.


Ümit A.: İnsan ilk gençlikte roman kahramanlarına âşık olabiliyor. Senin âşık olduğun bir roman kahramanı var mıydı?

Ece T.: Allahtan roman kahramanı gibi adamlar ve kadınlar tanıdım da öyle çok ihtiyacımız olmadı roman kahramanına filan!

Ümit A.: Yine Kundera’ya dönecek olursam, “Her roman, okuyucusuna şöyle der: Durumlar senin düşündüğünden karışık” diyor. Senin romanla yapmak istediğin bu karmaşıklığı teşhir etmek mi, yoksa ona bir çözüm mü getirmek?

Ece T.: Bu önemli. İkisi de değil. Ama okuyana güven vermek isterim. Zira ‘şezlong romanı’ yazmadım, itiraf edeyim. O yüzden de okuyanda, ‘Yazar beni yaya bırakacak’ demesini hiç istemiyorum. Ne zaman tökezledi, yuvarlandı, bilsin ki ben onu o çukurdan çıkaracağım. Okurken düşecek yani okuyucu, kalkacak fakat. Daha doğrusu beraber kalkacağız. Anlamışsındır herhalde biraz engebeli bir roman yazdım! Zaten benim okurla oynayacak ne enerjim ne de zamanım var. Zira benim anlatacak bir hikâyem var. O hikâyenin de böyle süper zeka numaralara ihtiyacı yok. Ancak trişka hikâyeleri olanlar öyle zeka oyunları oynarlar. Beraber bir maceraya çıkmak, benim derdim budur. Bir güven anlaşması var çünkü okurla aranda. Benim için eşit bir anlaşmadır bu. Evet, ‘durum okurun sandığından karışık’ ama ‘Gel kardeşim,’ derim ben, ‘Bu işin içinden beraber çıkacağız’. Çıkamazsak da beraber batacağız!

Ümit A.: Gazeteci, politikanın bunca içinde olan biri olarak çalıştığınız romanın da siyasi bir tarafı olduğunu düşünüyorum, yanılıyor muyum? Eğer yanılmıyorsam siyaset seksi bir konu mu sence?

Ece T.: Politika, seksidir! Kesin ve net olarak. Çok anlatmayayım ama okur görecek ki politika çok seksidir. Ve en iyi flört, politika konuşarak yapılandır!

Ümit A.: Politika deyince 12 Eylül yarattığı acının karşılığı olarak hala çok tartışılıyor. Sence Türk edebiyatı 12 Eylül’ü yeterince anlatabildi mi?

Ece T.: 12 Eylül’ün edebiyat için yeterince demlenmediğini düşünüyorum. Hatta yeni yeni başlıyor bence anlatılmaya. Zira darbe sadece geleceğe ilişkin bir yılgınlık yaratmadı insanlarda, geçmişe ilişkin de bir tahayyül bitkinliği var. Hatırlama isteksizliğinden, belleksizlikten söz etmiyorum. Sözünü ettiğim 12 Eylül öncesi dönemde edinilmiş, kazanılmış güzel şeyleri tahayyül etme yılgınlığı. Öyle bir yıkılmış ki hatıralar o dönemde güzel bir şeyler olduğunu hayal bile edemiyor insanlar. Bakıyorum mesela şu ‘Bu kalp seni unutur mu?’ dizisine, sinematografik olarak rengi yok dizinin. O dönemin rengini bile hatırlamıyor insanlar demek ki. Rengini, kokusunu, dokunuşunu hatırlamadığın bir dönemle ilgili nasıl yazacaksın? Dur bakalım. Geliyor, ona da sıra geliyor.


Ümit A.: Nasıl bir ortamda yazarsın. Yalnızken mi, sessizken mi, yoksa havaalanında uçak beklerken bile yazarım diyenlerden misin?

Ece T.: Mesele gazetecilikse bu konuda meşhurumdur: Her yerde, her koşulda yazarım. Ama edebiyata gelince, o başka. O zaman neredeyse obsesif kompulsif bir hal alıyorum. Kalem böyle duracak, kağıt burada duracak, perde şöyle duracak vesaire... Bu da iyi. Demek ki edebiyat bende, yaratması gereken korkuyu hala yaratıyor! Yazdığı metinden korkmayan bir yazar olmak istemem hiç. Hani ‘Babam için’ filminde bir sahne vardır. Avukat kadın, yıllar sonra sanığı kurtaracak delili bulmuştur. Ama ‘Ya anlatamazsam’ diye o kadar korkar ki boğazına tıkılır laflar, ağlamasını yutmak için acı çeker. Edebiyat öyle bir korku yaratmalı. Eğer söyleyeceğini doğru söyleyemezsen biri ölecekmiş gibi bir korku. Ki nitekim karakterler bende böyle bir borç duygusu yaratır. Bak o da gazetecilikle ilgili belki. Kürt’ün, yoksulun, kadının, çocuğun derdini doğru anlatamazsam diye kahrolmak gibi bir ahlak.

Ümit A.: Sevgi Soysal, Tante Rosa’sı için “bütün kadınca bilmeyişlerin tek adıdır” diyor. Yeni bir romancı, usta bir yazar ama daha çok kadın olarak “bütün kadınca bilmeyişler” deyince senin aklınıza ne geliyor?

Ece T.: ‘Bilmeyişlerin’ sözcüğünü önemserim. Zira Sevgi Soysal ‘bilemeyiş’ demek isteseydi böyle derdi. Onu dememiş, ‘bilmeyiş’ demiş. Kadınca mıdır değildir, orası ayrı mesele ama ‘bilmeyişlerimin’, işini bilen bir melek gibi beni koruduğunu düşünürüm. İnsanlar arası iktidar ilişkilerini, mülkiyeti ve yerleşiklik duygusunu hala ‘bilmeyişimin’ beni çok yorduğunu ama yazımı hep diri tuttuğuna ikna oldum nihayet. Hakikaten anlamam bu işlerden. Anlayamam. Uzaydan gelmiş gibi neredeyse.


Ümit A.: Gerçi tamamlamak üzere olduğun romanın ayrıntılarına fazla girmeyelim dedik ama bir romanın doğum sancılarını ilk ve nasıl hissettin?

Ece T.: Çok romantik olacak ama hakikaten de Beyrut’ta güneş batıyordu, Hizbullah’ın hakim olduğu Dahye bölgesinden çıkıp deniz kenarına geldim ve bir peçetenin üzerine ilk cümleyi yazdım. Bu duyguyu unutmuştum nicedir. Dünyadan sessizce, gürültü çıkarmadan kopup gitmek, başka bir dünyaya girmek gibi. Sancılı filan olmuyor o, bilâkis, sanki bir ağrın varmış, alışmışsın ve nihayet geçince bir ağrın olduğunu hatırlamışsın gibi. Akvaryumdan denize salınan bir balık gibi... Sancı sonra başlıyor esas.

Ümit A.: Ağrı’nın Derinliği isimli kitabının yenilerde cep versiyonu çıktı. İnsanlar Ağrı’nın Derinliği’ni ceplerine koyduklarında aynı zamanda neyi koymuş olacaklar?

Ece T.: Kitabı ceplerine koymak için ceplerinden neyi çıkaracaklarını söyleyeyim: Daha önce orada olduğunu bilmedikleri bilgisizliği. Ben insanların o kitabı okuyunca kendilerini daha çok sevdiğini gördüm. Kendi kendilerini bilmeye başlıyor insanlar. Sanırım ceplerine bu girecek ‘Ağrı’nın Derinliği’ ile. Ve bir de tabii daha az para çıkacak ceplerinden! (Gülüyor)

Ümit A.: Yazarlığın bir esnaflığı var mıdır gerçekten?

Ece T.: Öfff! Hem nasıl! Zaten bu yüzden tiksindim yazıdan köşe yazarlığı boyunca. Yazının nasıl, kimler üzerinde, hangi ilişkiler için bir ‘akçe’ olarak kullanıldığını gördükçe... Esnaf aldığı malı daha pahalıya satmayı düşünen bir varlıktır. Yazı üzerinden böyle bir hesap yapıldığını görünce... Yazık yani. İçim bulanıyor yemin ederim.

Ümit A.: Son olarak; herkes hikayelerini birine anlatır. Kimi sevdiğine, kimi kendine, kimi kadınlara, kimi erkeklere, kimi Türklere, kimi Kürtlere. Sen hikâyelerini kime anlatmak istiyorsun?

Ece T.: Hep şöyle bir görüntü gelir gözümün önüne yıllardır. Niye bilmiyorum, kızıl saçlı bir çocuk. Arkadan görüyorum bu çocuğu. Ayakları yere değmiyor sandalyede oturunca. Annesinin babasının kütüphanesinden benim kitabımı çıkarmış, ayaklarını sallaya sallaya okuyor. Ne okuduğunu da bilmiyor. Orada okuduğu bir cümleyi yıllar sonra bir kadına, kafası iyiyken söyleyeceğini, o kadının ona öylece âşık olacağını da bilmiyor. O çocuğa yazıyorum ben sanki. Benim kalbimi bilen bir çocuk bu. Kalbimi bir şişeye koyup zamanın okyanusuna bırakıyorum galiba.

Perşembe, Kasım 05, 2009

KÖŞE YAZARLARI İÇİN İSTEK ŞARKILAR



Bu haftaki BirGün yazım:

Özel radyoların patladığı yılları yaşayanlar bilir; istek parçalar bir jesttir, kamusal alanda ismin tınlaması, insanın kendini önemli hissetmesidir. Kimi zaman manidardır da istek şarkılar. Öyle ya, çok şeyi basitçe özetleyiverirler. Elimizden tutar, alıp götürür, iyileştirir ya da daha fenalaştırırlar.
Köşe yazarı dediğimiz insanlar da senin benim gibidir aslında. Herkes gibi bir istek şarkıyla gönülleri olabilir. Her şeyden anladıklarına bakmayın, onların da tökezlediği olur. Ülkemizin geçirdiği şu gerilimli süreçte köşe yazarlarımıza bir jest yapıp, onlara istek şarkılar göndermek geldi içimden. Umarım hoşlarına gider.

KÜRT AÇILIMINA KARŞI ÇIKANLARA: SİL BAŞTAN
Türk ve Kürt halkları arasındaki sürecin son halini en iyi özetleyen şarkı, Şebnem Ferah’ın Sil Baştan’ı bence. Nakaratında ‘Sil baştan başlamak gerek bazen / Hayatı sıfırlamak / Sil baştan sevmek gerek bazen her şeyi sıfırlamak’ diyen bu şarkıyı önce bazı köşe yazarlarımıza dinletmek gerek. Dinlesinler ki, bu iki halkın karşılıklı olarak çok acı çektiğini ve artık ‘derin sularda inci tanesi arama’larının vakti geldiğini yazabilsinler. Dinlesinler ki, ‘hayatın onlara oyun oynadığını’ anlayabilsinler. Çünkü iki halk da çok yorgun. Sil baştan demenin tam zamanı şimdi. ‘Her ne çıkarsa yolumuza, selam verip’ el ele yürümenin zamanı. Yaşanan acıları unutmak zor biliyorum. Ama bu iki halkın da artık ‘sanki bugün son günmüş gibi dolu dolu yaşamaya’ hakkı var. Köşe yazarları bu şarkıyı dinlerlerse, okurlarına düşmanlığın diliyle değil, barışın diliyle yazarlar belki. Sil baştan demek için onların da bir katkısı olur elbette ki.

SERDAR TURGUT MUHİPLERİ
CEMİYETİ’NE: HADİ BAKALIM!
Serdar Turgut’un ‘mizah yaptım anlamadınız’ diye içinden sıyrılmaya çalıştığı yazısından sonra, tepki gösterenler gibi kendisini savunanlar da oldu. Yani o cenahta da bir dayanışma ruhu gelişti. Mizah duygumuzu küçümseyerek işe başladılar. Öyle ki, muhipleri tarafından Serdar Turgut, Türkiye standartlarının üzerinde mizah yapan bir Woody Allen figürüne dönüştürüldü. Onlar için Sezen Aksu’dan Hadi Bakalım’ı isteyesim var. ‘Yerimiz mi dar, yoksa yenimiz mi dar? / Uçurmuş herkes, o da kim oluyor / sen kimsin / kim bunlar?’ dediği yerden alalım, ‘sen seni bil sen seni / sen sıkı tut çeneni / eline diline hâkim ol’ dediği yere kadar götürelim. Sen kimsin ve dahi siz kimsiniz de Rojin’in zekâsıyla dalga geçiyorsunuz, bizim mizah duygumuzu küçümsüyorsunuz anlamında.
Ve en çok da ‘içlerindeki o aç hevesler’e mukayet olmaları için.

TÜM YAZARLARA: İNANIN
ÇOCUKLAR!
Serdar Turgut’tu, açılımdı vesaireydi derken arada kaynayan bir diğer konu Terörle Mücadele Kanunu (TMK) mağduru çocuklar. Onlar için mücadele eden ‘Çocuklar İçin Adalet Çağırıcıları’ isimli bir sivil inisiyatif var. Çünkü 1991’den bu yana yürürlükte olan TMK’da çocukları koruyucu hükümler yok. Tıpkı yetişkinler gibi sorgulanıyor, yargılanıyor ve hüküm giyiyorlar. Yani TMK’dan yargılandıkları zaman çocuklar çocuktan sayılmıyorlar. 1991’den bu yana 10 binden fazla çocuğun mağduriyeti söz konusu; hiçbir koruyucu hükme tabi tutulmadan 24 yıla kadar cezalar alanlar var aralarında. İşte köşe yazarlarımız bu çocukları artık duysun ve Çocuklar İçin Adalet Çağırıcıları’na destek çıksın diye, onlar için Nazım Hikmet’in Nikbinlik şiirinden bestelenen şarkıyı istiyorum Edip Akbayram’dan: ‘Çocuklar inanın, inanın çocuklar /güzel günler göreceğiz güneşli günler/mKarıncalar bilmeden sever
otorları maviliklere süreceğiz çocuklar!’ desin ki şarkı, köşe yazarları TMK mağduru çocukları hatırlasın ve onlar için yazsınlar. Onca şeyin arasında bir de bu çocukları anlatmak çok mu zor yani?
İŞİNİZ GÜCÜNÜZ YOK MU YANİ?
Kendimi hiç hariç tutmadan yazayım, aslında köşe yazarlığını en iyi tarif eden şarkı Nazan Öncel’in ‘İşiniz gücünüz yok mu yani?’ şarkısı. Sanki tamamen köşe yazarlarına yazılmış gibi. Bir kısmını alalım, hak vereceksiniz. Okurlarından köşe yazarlarına gidiyor elbette: ‘Son günlerde halinizi /beğenmiyorum gidişinizi /bahar mı yoksa güneş mi çarptı? /etkinizden tepki şaştı /postu kime serdiğiniz / belli değil zor efendim / Daracık çıkmaz sokaklarınız / ufak tefek taşlarınız / dalgacı gevrek yanlarınız / çekilmiyorsa anlayınız / günahınız çok yaz efendim / işiniz gücünüz yok mu yani? / herkes bu kadar boş mu yani? /bilmem anlatabildim mi?’

Gazete linkinden okumak isterseniz tıklayınız

Pazar, Kasım 01, 2009

SERDAR TURGUT OLAMADIĞIMA ÜZGÜNÜM


Geçen haftaki BirGün yazımın tamamı aşağıda. Gazetenin sayfasındaki linki de onun altında:

Serdar Turgut, geçen hafta hayatımda okuduğum en çirkin köşe yazılarından birini yazdı. “PKK teröristi olmadığıma pişmanım” başlıklı bu yazı, mizah dolu yazıları var, aman biraz deli, penisle bozmuş kafayı ama olsun varsın sonuçta ‘zeki’ denilen bir adamın ulaştığı acıklı noktadır. Sırf Kürt ve kadın olduğu için hedef aldığı Rojin’i dağa kaldırmaktan ve seks kölesi haline getirmekten, arada dağdan inip genel yayın yönetmenleri öldürmekten falan söz eden, sözüm ona ironiye yaslanan felaket bir yazı. Yılmaz Özdil’in alenen yaptığı düşmanlığı biraz daha sosa bulandırarak, içine cinsellik falan katarak daha bir yüksek algı eşiğine tahvil etme gayreti.
Yazıdan daha fazla söz açmak istemiyorum, meraklısı bulur okur. Ayrıca Rojin’in Serdar Turgut’a cevabından güzel yazı yazılamayacağı için o konuyu da irdelemiyorum. Öte yandan bir insanın dikkat çekmek için bu kadar çırpınışı gerçekten hüzünlü. Serdar Turgut’un o parıltılı zekâsına her zamanki gibi övgü düzmek üzere kenarda bekleyenler ne diyecek bilmiyorum? Ancak ben de köşe yazarı olma hakkını köşe yazarlarını teşhir etmek için kullanan biri olarak, “Serdar Turgut olamadığıma üzgünüm!” demek istiyorum. Bakın neden?
IRKÇILIK YAPAMADIĞIM İÇİN
Serdar Turgut bir yazısında Amerika uçuşlarından söz eder. Amerika uçuşlarındaki sorunu bağladığı yer ilginçtir: “Basit işlerde zenciler çalıştırıldığı için, bazı zenciler aşağıda ellerinden muzları alınmış şebekler gibi bir oraya bir buraya koşturup duruyorlardı” İnsanları sırf deri renkleri yüzünden “ellerinden muzları alınmış şebekler gibi” diye tanımlayabilme lüksüne sahip olmaktır Serdar Turgut’luk. Eğer Serdar Turgut gibi olsaydım, Serdar Turgut gibileri ayrı bir ırk olarak adlandıracak, onlara karşı savaş çığırtkanlığı yapabilecek bir dil kullanabilirdim. Serdar Turgut olamadığım için bunu yapamıyorum. Çünkü, Serdar Turgut’u, hatta Serdar Ortaç’ı bile önce bir insan olarak gören vicdanımdan kurtulamıyorum.
AÇIKÇA KÜFREDEMEDİĞİM İÇİN
Hrant Dink’in öldürülmesi ve Malatya’daki Zirve Yayınevi baskınlarının ardından Türkiye’de bir hassasiyet oluşmuştu. Benim de aralarında olduğum insanlar bu hassasiyet neticesinde “Hepimiz Ermeniyiz” ve “Hepimiz Hıristiyan’ız” diye bağırma ihtiyacı hissettiler. Farklı olana saygı ve farklılığı yüzünden zarar gören birine destek çıkma hissiyatıyla özetleyebiliriz bunu. Ama bakın Serdar Turgut nasıl yorumluyor? “Benim merakım şu: Ya bir gün bir orospunun çocuğu vahşi şekilde öldürülürse kitleler ne diye bağıracaklar ya da ilkesizlik yapıp bu kez gösteri yapmayacaklar mı ki?” Serdar Turgut olsaydım, onun bizlere etmeye çalıştığı küfrü, bir yolunu bulup Serdar Turgut’a ederdim. Zeki insan canım deyip geçerlerdi hemen. Ama Serdar Turgut değilim ve etmiyorum haliyle.
KAFAMA GÖRE TAKILAMADIĞIM İÇİN
Bir yazısında Türkiye’de bir sermaye grubunun piyasa ekonomisine düzen getirmesinden övgüyle söz edebilir Serdar Turgut. Onlar olmasa ekonomik kriz olurdu diye haklarını teslim edebilir. Bu şaşırtıcı ve yadırganacak bir şey değil elbette. Ama bir süre sonra bir başka yazısında üstüne basa basa Marksist olduğunu vurgulayabilir. Nasılsa anaakım medya içinde kimsenin bunu sorgulamayacağından emindir. Zira o Serdar Turgut’tur. Hal böyle olunca insan Serdar Turgut olup kendini garantiye almaya hem de Marksist olmanın entelektüel konforunu yaşamaya özenebilir. Ben Marksistim demek suretiyle daha önce yazdıkları hiç sorgulanmadan Marksist olabilir kendisi. Yersen.
Gördüğünüz gibi Serdar Turgut olmak epey ‘keyifli’ bir şey Türkiye’de. Ne yaparsanız yapın “çok zeki canım” diye kutsanmanız olası. Zaten kendisi de eski bir yazısında köşe yazarı olmanın altın kurallarından birini “halkı severek yazar olunmaz” diye açıklıyor. O halkı aşağıladıkça, birileri onu alkışlıyor. Serdar Turgut altın kurallarla ilgili yazısında şöyle diyor aynı zamanda: “Yazarlık işinin de bir sonu vardır. İlla da başkalarının size artık yazamadığınızı söylemesini beklemeyin, iyi yazarsanız iyi de bir okuyucu olmalısınız, kendi yazınızı okuduğunda tatmin olmuyorsanız işi noktalamanın zamanı çoktan gelmiş demektir, lüzumsuz ısrara gerek yok.” Bence Serdar Turgut için şimdi tam vakti. Ama Rojin ile ilgili yazısından sonra da yazdıklarından tatmin olmuşsa, ben o tatminin nasıl bir tatmin olduğunu merak ederim? Nasıl bir eksiklikten doğduğuna da takılırım? Aslında istesem Serdar Turgut kadar bile çirkinleşebilirim. Belki de onun gibilerle mücadele etmenin tek yolu budur.

Yazının gazetedeki linki için tıklayın

Yazının Medyatava yansıması için tıklayın

Cuma, Ekim 23, 2009

TURKISH JOURNAL'A RÖPORTAJ



Amerika'daki Türklere yönelik yayın yapan Turkish Journal isimli internet gazetesinden Işıl Öz'e bir röportaj verdim yenice.
Okumak isterseniz tıklayınız

Ümit Alan

Çarşamba, Ekim 21, 2009

AHMET HAKAN ‘TUHAF BİR MAHLûK’ MUDUR?


Ahmet Hakan, geçtiğimiz hafta ortaya ‘kalıpları aş da gel’ diye bir laf attı. Kalıpları aşıp gelmesi gereken kişi hakkında belirli bir hedef göstermeden o kendini biliyor tadında takıldı ve ‘Ölü Ozanlar Derneği’ filmindeki ‘şiir ölçülemez’ mesajını, köşe yazarlığına uyarlayıverdi. Anlamsız bir mantık yürütmeyle; şiir ölçülemediği gibi, köşe yazarlığı da ölçülemez gibi bir sonuca vardı. Bu kolaycı sonuca itirazım var. Köşe yazısı da köşe yazarı da pekâlâ ölçülebilir çünkü.

Nasıl ölçülür ve dahi Ahmet Hakan gerçekten tuhaf br mahluk mudur diye merak ediyorsanız, cevabı bugünkü BirGün'de. Okumak için tıklayın

Çarşamba, Ekim 14, 2009

EMİN ÇÖLAŞAN NEDEN 'HALKIN YAZARI' OLAMAZ?


Emin Çölaşan salı günü itibariyle Sözcü gazetesinde yeniden düzenli yazmaya başladı. Gazetesi, kendisini "halkın yazarı", "Türkiye'nin en korkusuz yazarı" gibi sıfatlarla tanıtım atağına geçti. Oysa Emin Çölaşan'ın geçmişi hiç de öyle söylemiyor. Bugünkü BirGün yazımda, Emin Çölaşan'ın geçmişinden bir takım örnek olaylarla bu konuyu inceledim.

Yazıyı okumak için tıklayın

Medyatava yansıması için tıklayın

Perşembe, Ekim 08, 2009

Köşe yazarlarına 'haber olma' taktikleri

Bugün gündemden düşmeye yüz tutan ya da zaten düşmeyi hak eden bir grup köşe yazarına yeniden gündeme gelmeleri için bir kaç PR tavsiyesi verdim BirGün yazımla....

Okumak için tıklayın

Medyatava yansıması için tıklayın

Pazartesi, Ekim 05, 2009

BİR AYAKKABI DA MEDYAYA MI ATMAK GEREK?


Medyanın ve kimi köşe yazarlarının, gazeteden arkadaşımız Selçuk Özbek'in eylemine karşı tepkileri yer yer mide bulandırıcıydı. Normalde çarşambaları yazmama rağmen bu tavrı teşhir etmek için fazladan bir yazı yazdım BirGün'e...

Bakınız IMF'yi kurtarıcı olarak gören medyamız nasıl küçümsüyor eylemi:

Okumak için tıklayın

Çarşamba, Eylül 30, 2009

İSMET BERKAN, KENDİ YAZARLARINI MI UYARIYOR?

Bugün BirGün'ün sitesine ulaşılamıyor. Gazeteyi matbu olarak almamışlar için bugünkü BirGün yazımın tamamını buraya iliştiriyorum:

İsmet Berkan, pazartesi günü “Gazeteciliğin evrensel ilkeleri köşe yazarlarını da kapsar” başlıklı bir yazı yazdı. Özetle; köşe yazarları öyle kafasına göre takılamaz, gazetecilik ilkeleriyle sınırlı olmalıdırlar dedi. İsmet Berkan’a bu konuda sonuna kadar hak verdim. Bununla birlikte; “İsmet Berkan’ın genel yayın yönetmenliği yaptığı Radikal gazetesinde durumlar nicedir, Radikal’in köşe yazarları, genel yayın yönetmenlerinin çizdiği bu sınırın içinde midir?” sorularını sormadan edemedim. Bu konuda hafızamı biraz yoklayınca ilginç sonuçlara ulaştım. İzninizle, Berkan’ın bu haklı çıkışını, Radikal gazetesinden birkaç yazar örneğiyle tartışmak isterim.

HASAN CELAL GÜZEL
Gazeteciliğin temel ilkelerinden biri şöyle; “Irk, etnisite, cinsiyet, dil, milliyet, din, sınıf ve felsefi inanç ayrımcılığı yapmadan tüm ulusların, tüm halkların ve tüm bireylerin haklarını ve saygınlığını tanır.” deniyor gazeteci için. İsmet Berkan da söz konusu yazısında bu ilkenin üzerinde özellikle durmuş. Hasan Celal Güzel’in şu satırları ise sanki bu ilke benim umrumda değil der gibi: “Bir kısım sapı silik aydın bozuntusunun soykırım iftirasıyla uğraşırken, CHP İzmir Milletvekili Canan Arıtman’ın, Cumhurbaşkanı’na açıkça ırkçı saldırıda bulunmasını anlamak mümkün değildir.” Güzel’in, “sapı silik aydın bozuntusu” tanımına dikkat edin. Bir yandan Canan Arıtman’ı kınarken, bir yandan Arıtman ile aynı kampa düşebilme başarısı Hasan Celal Güzel’in ‘takdire şayan’ mantığını müjdeliyor o ayrı. Ama buradaki “sapı silik” tanımı, gazeteciliğin temel ilkeleriyle ters düşer nitelikte. Bir başka gazetecilik ilkesi; “Gazeteci, intihal (aşırma), iftira, hakaret, lekeleme, saptırma, manipülasyon, söylenti, dedikodu ve mesnetsiz suçlamalardan kesinlikle uzak durur” derken; Hasan Celal Güzel, yazılarında kullandığı “ciğersiz, sapı silik, aydın bozuntusu” gibi tanımlarla hakaretin zirvesine varıyor.

NAMIK KEMAL ZEYBEK
İsmet Berkan’ın genel yayın yönetmenliğini yaptığı gazetenin, gazetecilik ilkeleriyle çelişkiye düşen bir başka yazarı da Namık Kemal Zeybek. Yukarıda bahsettiğim gazeteciliğin ayrımcılıkla ilgili ilkesi burada da karşımıza çıkıyor. Zeybek’in 11 Nisan 2009 tarihli yazısına bir göz atalım: “Ziya Gökalp, milleti, ‘Dili dilimden, dini dinimden’ diye tanımlamıştır.
İşte bizim milliyet anlayışımızın temelleri. Biz bu yüzden maneviyatçı milliyetçileriz.” Yani Zeybek’in Ziya Gökalp’ten alıntıladığına göre; eğer dinsiz yahut başka bir dinin mensubuysanız millet tanımına girmiyorsunuz. “Biz” kavramının içini böyle doldurmuş Namık Kemal Zeybek. Zeybek’in 17 Haziran tarihli bir başka yazısında ise; “Doğrusu 16 yaşımdayken ben de soyumu merak ettim ve araştırdım. Yedi ataya kadar çıktım. Biraz da korkuyordum. ‘Ya Ermeni, Rum falan çıkarsam’ diye. Çıkmadı. Bugün çıksa?..
Hiç fark etmez... Çünkü biliyorum ki millet soy değil; kültür ve bilinç konusudur. Türk kültürü 
içinde ve Türklük bilincinde olan Türk’tür. Soyunda hangi başka kültür ve bilinç olsa da…”
Baksanıza; Ermeni ve Rumlara, korkmayın kendinizi Türk hissederseniz soyunuz önemli değil mesajını verme inceliğini bile gösteriyor Zeybek. Peki gazeteciliğin ayrımcılığa karşı ilkesi ne oluyor derseniz, orası meçhul.

MEHMET ALİ KIŞLALI
Gazeteciliğin temel ilkelerinde “Gazeteci, başta barış, demokrasi ve insan hakları olmak üzere, insanlığın evrensel değerlerini, çok sesliliği, farklılıklara saygıyı savunur.” ifadesi de yer alıyor. Bu ilkedeki “demokrasi” ifadesine dikkat kesilelim. Askeri darbelerin demokrasiyi kesintiye uğratan süreçler olduğu konusunda hemfikir olduğumuzu düşünüyorum. Lakin, Mehmet Ali Kışlalı’nın 30 Ocak 2008 tarihli Radikal gazetesindeki “Demokrasi için darbe” yazısı, darbeyi sanki demokrasi sürecinin içindeki bir uygulama gibi değerlendiriyor. Özellikle şu ifadeye dikkatinizi çekmek isterim: “Darbe yapanların amacı artık yavaş yavaş, kendi dikta yönetimlerini kurmak yerine ülkelerine daha düzgün işleyen demokrasiyi getirmek haline gelebiliyor.” Kışlalı, yazının devamında askeri müdahalelerdeki başarısızlığı, darbeyi yapanların haklı gerekçelerini halka anlatamamasına kadar vardırıyor.

Radikal’in elbette bu ilkelere sıkı sıkıya bağlı köşe yazarları da var. Eleştirimiz topyekün Radikal yazarlarını içermiyor. Ayrıca Radikal gazetesinde buraya sığdıramadığım gazetecilik ilkeleriyle çelişen başka köşe yazarları da olabilir. Ancak bahsini açtığım üçlüye, sırf gazetenin geçmişte belirlenen çizgisine nazaran “radikallik” içerdikleri için göz yumuluyorsa, İsmet Berkan’a genel yayın yönetmenlerinin de bir sorumluluğu olduğunu hatırlatmak isterim (belki de haddim olmayarak). Yazarlarına bu yazıları yazdıkları günlerde bu ilkeleri hatırlatmış mıdır merak ederim ayrıca? Ama Sayın Berkan, yok eğer “ben zaten bu yazıyı asıl kendi yazarlarımı uyarmak için yazdım, onlardan rahatsızım” demeye çalışıyorsa, kendisine sokakta vatandaşla karşılaşan Hasan Celal Güzel mutluluğuyla selam etmek isterim. Ama korkmasın, Hasan Celal Güzel tarzı bir el ense operasyonuna gerek duymuyorum.

Okura Not: Günlük köşe yazısı tavsiyelerim ve diğer lakırdılar için;
twitter.com/umitalan

Ümit Alan

Çarşamba, Eylül 23, 2009

KÖŞE YAZARLARINA REKLAM ÖNERİLERİ

Habertürk’ün Bekir Coşkun reklamlarını izlediniz mi bilmiyorum, ama izlemediyseniz aydınlık günlere uzak düştünüz diye üzülürüm içten içe. Ayvalık – Cunda civarında çekilmiş, tam da Bekir Coşkun okuyucusuna yönelik reklamlar bunlar. Sisteme değil sadece iktidara muhalif, suya sabuna dokunmayan bir yazara yakışan nitelikte işler. Yani Habertürk akıllıca davranıp doğrudan Bekir Coşkun okuyucusuna yönelmiş. Aydınlığa doğru yürümekten, özgürlük şarkılarından, sevdadan acılardan, turnalardan, yunuslardan, yeşil tepelerden bahseden duygusal bir takım reklamlar çekmiş. Bekir Coşkun deniz kenarında ufka doğru dalıyor, göbeğini kaşımayan cinsinden bulmuş olacak ki, kahvede halkla kucaklaşıyor, hatta keman çalıyor vesaire. Alabildiğine bir romantizm. Hani Bekir Coşkun biraz daha genç olsa, medyamızda yenice boşalan “romantik isyankar” koltuğuna oynuyor diyeceğim ama ona da ihtimal yok.
Öte yandan Bekir Coşkun reklamları, bende diğer köşe yazarlarımızın ne eksiği var duygusu da uyandırıyor ve kimi köşe yazarlarına bir takım reklam önerileri akabinde geliyor.


Bugünkü Birgün yazımın tamamı ve devamı için tıklayınız

Konuyla ilgili Medyatava haberi içinse burayı tıklayın

SANIK BAHÇELİEVLER'DE, MEDYA NEREDE?

Büyük Türk medyası C.G.’nin teslim olması nedeniyle çok gururlu şu günlerde. Kendileri yakalamış kadar mutlular. Ne de olsa cinayetin etinden, suyundan, yününden her şeyinden yararlanıldı. Birbirinin aynısı haberler her gün allanıp pullanıp servis edildi. “Münevver Karabulut cinayetini gündemde tutmak” gibi bir gerekçeyle her şeyi yazmak mübah görüldü. Bunun adı fikri takip koyuldu. Sonunda beklenildiği gibi Türk polisi kahraman ilan edildi.

MEDYANIN TEŞHİRCİLİĞİ
Özellikle gazetelerimizin internet sitelerinde haberlere ilişkin hazırlanan foto galeriler, medyanın niyetini açık ediyordu. Canice öldürülmüş bir insanın çarşaf çarşaf fotolarının yayınlanması bu cinayetten ne umulduğunu açıkça gözler önüne seriyordu. “Gündemden düşürmeyeceğiz” bahanesine sığınılarak servis edilen fotoğraflar ve videolar medyamızın şov ihtiyacına ilaç olmuştu. Hiçbirinin yüzü kızarmadı, ne de olsa her gün yarım sayfalık haberleri ve bol bol tıklanma oranları garantiydi.


Yazı günüm olmamasına rağmen, medyanın Münevver Karabulut cinayeti sonrasındaki tavrına yönelik bir değerlendirme yazısı yazdım bugünkü BirGün için. Tamamı ve devamını okumak isterseniz tıklayınız.

Çarşamba, Eylül 16, 2009

EKŞİ SÖZLÜK'TEN KAÇ TANE HINCAL ULUÇ ÇIKAR?

Hıncal Uluç, geçen hafta Ekşi Sözlük için “Böyle siteler doğru dürüst bir yerde yazma imkanı olmayan ve de böyle şeyleri, yasal kaynaklı yerlerde yazacak cesaretleri olmayan birtakım mastürbatörlerin kendi kendilerine tatmin mekânları..” gibi bir tanım yaptı. Bu tanımını araştırmadan yazdığı yanlış bir bilgiyle destekleyerek bir gazeteci olarak da çuvalladı. Hıncal Uluç'a bugünkü BirGün yazımda hem Ekşi Sözlük'ü anlattım, hem de Ekşi Sözlük'ten nefret etmesinin sebebinin biraz da kendisine benzemesi olduğunu söyledim.

Okumak istersiniz, tıklayın

İlgili Medyatava haberini de buradan okuyabilirsiniz

Ümit Alan

Perşembe, Eylül 10, 2009

BEKİR COŞKUN'A RAĞMEN BEKİR COŞKUN'UN YANINDA DURMAK


Yazı günüm olmamasına rağmen dün acilen Bekir Coşkun'un Hürriyet'ten ayrılışıyla ilgili yazı istediler Birgün'den. Baskıya 1 saat kala bir yazı kotardım, ama çok acele yazdığım için bazı cümle kuruluş hataları var. Okursanız lütfen görmezden gelin.

Okumak için tıklayın

Ümit Alan

Çarşamba, Eylül 09, 2009

HANGİ KÖŞE YAZARI, NEREYE GİTMELİ?

Ertuğrul Özkök ve Ahmet Hakan’ın umre ziyareti, ‘güzide’ medyamızın suyu oksijeni oldu. Gündem sıkıntısı çekilen ramazan ayına ilaç gibi geldi. Bu ziyaret ve yankıları, ‘köşe yazarı artık sadece köşe yazarı değildir’ döneminin pik noktalarından sayılabilir. Bundan sonra ana akım medyada farklı yazarlardan bu tarz ilginç çıkışları sık sık göreceğiz. Karşısı ötesi berisi demeden hemen hemen hiçbiri yoksul mahallelere gitmeyecek elbette. Arada şaşırıp giden olursa büyük bir gazetecilik olayı gerçekleştirmiş olmayacak pek tabii ki. Diyecekler ki, yoksulluğu sen keşfetmedin ki?
Şimdi umreye gitmenin yeni bir yankı doğurmayacağı açık. Umreye giden gider elbette, ama artık hepsi Özkök–Hakan ikilisinin takipçisi gibi kalacak. O yüzden bazı köşe yazarlarımıza farklı gezi ve gündeme gelme planları gerek şimdi. Bir kaçına gidecek yer önermek geldi içimden naçizane.

Bugünkü Birgün yazımın tamamı ve devamı için tıklayınız

Ümit Alan

Çarşamba, Eylül 02, 2009

KÖŞE YAZARLARI GELECEKTE NE İŞ YAPAR?

Sıkça tekrarlandı. Ama yine de kısa bir girizgâh yapalım: Facebook’tu, bloglardı, Twitter’dı derken köşe yazarlığının geleceği hayli karanlık görünüyor. Malumunuz herkes biraz köşe yazarı artık. Mail gruplarda yaşanan kavgaların taraflarından tutun, Facebook’ta “status” dediğimiz hal tercümesi başlıklarının ve videolarının altında birbirine girenlere kadar çoğu internet kullanıcısı biraz polemikçi köşe yazarı tavrı içinde. Nice köşe yazarına taş çıkartacak bloggerlar da cabacı. Hal böyleyken bunca köşe yazarının arasından sıyrılmak o kadar zorlaştı ki, tek başına yazı yazmak yeterli gelmiyor. Niyet sorgulanmaz ama, pekâlâ sessizce gidivermek varken âlâyı vâlâ ile umreye gitmeler falan bu aradan sıyrılma çabasının hezeyanları gibi duruyor.

Peki, diyelim ki, köşe yazarlığı böyle ağır ağır meçhule gitmek yerine aniden son buluverse, bir sabah uyandığımızda köşelere fidan dikildiğini görüversek, “tasfiye nedeniyle kapalıyız” yazsa cornerlerda… O zaman köşecilerimiz ne yapar dersiniz? Her zamanki gibi bir kaç şanslı köşe yazarımız üzerinden biraz tahmin yürütelim.

Bugünkü Birgün yazımın tamamı ve devamı için tıklayın

Medyatava
ise yazının Şamil Tayyar boyutunu öne çıkarmış ilgili haber için burayı tıklayın

Ümit Alan

Çarşamba, Ağustos 26, 2009

KÖŞE YAZARLARI ROMAN KAHRAMANI OLSAYDI...

Cengiz Semercioğlu, pazartesi günkü yazısında hep düşündüğüm bir şeyin altını çizdi. Yazarların gazetede yayımlanmış yazılarını toplayıp kitap olarak basmasını okuyucuya saygısızlık olarak ele aldı. Zaten internette öylece duran yazıların sansasyonel bir isim ve şık bir kapakla basılması bana da biraz kurnazlık gibi gelmiştir hep. Ama ne yapalım ki, talebi olanın arzı da her zaman olacaktır. Alanın ve satanın razı olduğu bu durumda bize bir şey demek düşmez pek.
Diğer yandan, köşe yazıları değil de, yazarları kitap olabilir aslında. “Hayatımı yazsam roman olurdu” makamında bir Cengiz Kurtoğlu duyarlılığından değil de, mevcut roman kahramanları üzerinden işlemek istedim bu konuyu. Kimi romanlar ve karakterleri tam da köşe yazarlarımızla örtüşebilir belki.

Hadi Uluengin, Oray Eğin, Yılmaz Özdil ve Hasan Bülent Kahraman'ı birer roman karakteri olarak değerlendirdiğim bugünkü Birgün yazımın devamı ve tamamı için tıklayın

Konuyla ilgili Medyatava haberi içinse burayı tıklayın

Ümit Alan

Çarşamba, Ağustos 19, 2009

AÇIL KÖŞE YAZARIM AÇIL

Malum, bu sene iyi açılım yaptı. Siyasetçisinden ikoncanına açıl açıl bitmeyen günler yaşıyoruz. Açılımla yatıyor, açılımla kalkıyor, açılımları tartışıyoruz. İçlerinde 'Kürt Açılımı' gibi, barışa dair umut barındıranları da yok değil ama, genellikle bu açılımlardan hayal kırıklığıyla ayrılan taraf bizim gibi faniler oluyor. Deniz tarafındaki kaleyi hep açılım masalıyla bizi uyutanlar seçiyor olacak ki, kendi kendilerine açılıp hızla sıvışıveriyorlar. Her neyse, bu köşenin meselesi, açılımları değil köşe yazarlarını tartışmak. Peki açılımlar üzerine habire yazan köşe yazarlarının da bazı açılımlara ihtiyacı yok mu sizce? Bence var ve bu yüzden biraz akıl yürüttüm kendimce.

Bugünkü Birgün yazımın devamı için tıklayın

Yazıyla igili Medyatava haberi içinse burayı tıklayın

Ümit Alan

Çarşamba, Ağustos 12, 2009

EKREM DUMANLI ÖNCE KENDİNİ TASFİYE ETSİN


Zaman gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı, geçtiğimiz pazartesi günü Tasfiye edilecek gazete(ci)ler listesi başlıklı bir köşe yazısı yazdı. Türkiye’nin ‘en tarafsız, en ilkeli, en bağımsız gazetesini’ yönettiği için olacak herkese gazetecilik dersleri vermeyi de ihmal etmedi. Bu tasfiyeyi toplumun yapacağını söyledi ve şaşıranları Allah’a havale etti. Türkiye’nin en çok satan gazetesini hiçbir cemaat desteği, toplu abonelik falan almadan, ileri gazetecilik teknikleriyle büyüten bu yüce insanı dinlemeyeceğiz de kimi dinleyeceğiz zaten? Ama önce tasfiye listesine gazetesinden örneklerle biraz katkıda bulunalım.

Birgün gazetesindeki yazımın tamamı ve devamı için tıklayın

Ümit Alan

Çarşamba, Ağustos 05, 2009

HINCAL ULUÇ'A NASIL HAK VERDİM?




3G teknolojisinin yüzü suyu hürmetine geçen hafta çok acayip bir şey oldu. Köşe yazarlarımız aniden gazeteciliği tartışmaya başladılar. İnanır mısınız, aslen gazeteci olduğunu hatırlayanlar bile oldu. Mehmet Barlas’a hitaben “Bana 3G değil bir G ver Mehmet, gazeteciliğin G’sini ver yeter” demesi nedeniyle hayatımda ilk kez Hıncal Uluç’a hak vermek durumunda kaldım. Senelerdir köşesini nafile şeylerle doldurmasını, hemen hemen her konuda bir uzman edasıyla ahkam kesmesini, hatta akıllara zarar megalomanlığını bile unuttum. Hıncal Abi sevgisiyle doluverdim aniden. O anda nerede görsem ışık hızıyla zapladığım kahkahasına bile dakikalarca katlanabilirdim. Çünkü çok doğru bir laf etmişti. Gazeteciliğin çeyrek G’sinin bile kalmadığı yerde, 3G’den nasıl söz edebilirdik ki?

Bu haftaki Birgün yazımın devamı için tıklayın

Ümit Alan

Çarşamba, Temmuz 29, 2009

BİR BUGS BUNNY OLARAK ERTUĞRUL ÖZKÖK



Bugünkü Birgün'de yayınlanan yazım Ertuğrul Özkök'ün demode olma sancıları ve Reha Muhtar örneği üzerinden tüccar köşe yazarlığının yeni boyutuna yer veriyor. Özkök, günün birinde tavşan kardeş kostümü giyerek çalışma arkadaşlarına veda edeceğini açıklamış. Hazır tavşan kardeşe kadar gittin, Bugs Bunny daha çok yakışır demek istedim ben de. Haftaya görüşmek dileğiyle.

Yazıyı okumak için tıklayın

Yazıyla ilgili Medyatava da bir haber yapmış, onu okumak içinse burayı tıklayın

Ümit Alan

Çarşamba, Temmuz 22, 2009

Bugünden itibaren çarşambaları Birgün'de...




Ne zamandır aklımda tıpkı 20'lerin başında yaptığım gibi düzenli bir şeyler yazıp disipline olmak vardı. Yaklaşık 10 yıl önce düzenli olarak yapabildiğim bir şeyi bugün neden yapamıyorum diye söyleniyordum. Eskişehir'in yerel gazeteleri İki Eylül ve Sakarya'da başlayan oradan Radikal İki 'ye sıçrayan, muhtelif dergiler ve internet sitelerinde süren yoğun bir dönem geçirmiştim. Sonra iş hayatı hırgür, İstanbul'da tutunma derken yazıyı iyice boşladım.

Kış uykusundan geçtiğimiz yıl Özgür Mumcu ve arkadaşlarının bana yeniden yazılar yazdıran sitesi Yeni Söz sayesinde uyandım. Seçim dönemi, kış takvimi, işlerin yoğunluğuyla oraları da boşlamıştım son zamanlarda. İlyas Başsoy ve Selami İnce'nin "neden yazmıyorsun?" şeklindeki telkinleri ikinci bir kez silkinip uykudan uyanmamı sağladı.

Bugünden itibaren her çarşamba Birgün gazetesinde "Köşe Vuruşu" isimli bir köşeyi kotarmaya çalışacağım. Köşeye bir konsept belirleyerek evrenimi daralttım. Medyada yazılan köşe yazıları üzerine naçizane mizah ve eleştiri yapmayı düşünüyorum. Yani medya eleştirisinin sadece köşe yazılarına odaklanmış şekli şeklinde. Üslubum ve konseptim haşa kendimi çok önemsemeden yol üzerinde ortaya çıkacak. Bakalım. Önümüzdeki maçlara bakacağız.

İlk yazı için tıklayınız

Ümit Alan

Cumartesi, Mayıs 30, 2009

Ergenekon Davası üzerinden zihniyet polisliği yapmak



Ergenekon Davası toplumdaki kutuplaşmayı iyice derinleştirdi. Ne yazık ki, her iki taraftan kimi aydınlar da taraf değil taraftar olmuş durumda. Bir taraf "Ergenekon diye bir şey yok" gibi son derece tehlikeli bir söylemle ortaya çıkarken, diğer taraf Ergenekon'u eleştirilemeyecek kadar kusursuz bir noktaya çekmeye çalışıyor.

Davanın başından beri takip ettiğim yazarlar içinde öyle ya da böyle taraftar kisvesine bürünmeyenler de var. Bunların belki de en net olanı Ahmet İnsel.

Ahmet İnsel'in Mayıs 2009 tarihli Birikim'deki yazısı davanın seyrini ve geldiği noktayı gayet akil bir şekilde ortaya koyuyor. Bu yazıyı ve bu yazıya ilişkin bir röportajı aşağıda linkleriyle paylaşmak isterim.

Yazı için tıklayın


Röportaj için tıklayın

Salı, Ocak 06, 2009

Bugün yeni bir söz söylemek mümkün mü?


Gazze'de olanlar malum. Kanla, tozla, toprakla gözün gözü görmediği, bombalarla dünyanın sesinin bastırıldığı bu ortamda insan sesini nasıl duyurabilir?

Hafta sonu yapılan eylemler savaşları durdurur mu?

Bu gibi soruların cevabını Ortadoğu'nun onuru, çağının vicdanı Edward Said'ten aldığım cesaret ve aktivist yazar Arundathi Roy'un rehberliğinde yanıtlamaya çalıştığım yeni yazım, her zamanki gibi Yeni Söz'de.

Okumak isterseniz tıklayınız

Blog Arşivi