iletişim

umit@umitalan.net
twitter.com/umitalan

Cuma, Kasım 06, 2009

EDEBİYAT İÇİN BİR CİNAYET İŞLEDİM



GEÇTİĞİMİZ HAFTA ÇIKAN BİRGÜN KİTAP İÇİN ECE TEMELKURAN İLE YAPTIĞIM RÖPORTAJIN TAM METNİ:

Bu sözler Ece Temelkuran’a ait. Edebiyatçının biri olmaktan vazgeçerek işe başlaması gerektiğini düşünüyor çünkü. Edebiyatsız geçen zamanını “hesap et kaç yıldır nefesimi tutuyorum.” diye anlatan Temelkuran’ın bir sürprizi var okurlarına. Uzun bir süredir yurtdışında bir roman üzerinde çalışan Temelkuran, bugünlerde romanını tamamlamak üzere. “Akvaryumdan denize salınan bir balık gibi...” heyecanlı üstelik bu konuda.

Ece Temelkuran’ı pek çoğumuz bir gazeteci olarak biliyoruz. Hepsi iyi yankı uyandıran gazetecilik kitaplarının yanı sıra Bütün Kadınların Kafası Karışıktır ile başlayan, İç Kitabı ve Kıyı Kitabı ile devam eden ve bir üçleme niteliği kazanan kitaplarıyla bambaşka bir tarafı da var Temelkuran’ın. Romanıyla ilgili ayrıntıları kendisinin isteğiyle sonraya bıraksak da; yazı, edebiyat politika üzerine, biraz da ustaların yol göstericiliğiyle konuştuk.

Ece Temelkuran, neden yazdığını, gazetecilikle edebiyatçılık arasındaki ilişkiyi, roman yazmaya nasıl karar verdiğini ilk kez BirGün’e anlattı. Biz de Ece Temelkuran ile yeni bir romancı olarak olarak ilk söyleşisini yapmış olduk böylece.


Ümit A.: Çok klasik bir sorudur, ama her yazara sorulur. Hatta yazarlar da kendi kendilerine sorup cevaplarlar bazen. Niçin yazıyorsun?

Ece T.: Bu soruyu sormayı öğrenmeden çok önce başladım ben yazmaya. Hatta yazmayı öğrenmeden önce yazmaya başladım. Hatta diyebilirim ki, uzun süre yazmanın yaşamaktan ayrı bir şey olduğunun bile farkına varamadım. Bunun da şöyle bir sonucu oldu: Bu sorunun gereksizliğini ve imkânsızlığını da, hiç değilse benim için lüzumsuzluğunu da erken anladım. Doğru soru, sanırım, niçin değil, ne için yazıyorum? Çıplak gözle görünmeyen, büyük yalnızlığıma derman olmak için yazıyorum. Bir denizanasına dönüşmemek için... Bütünüyle ve eksiksiz kendim olabildiğim bir uzay yaratıyor edebiyat. Geri kalan her yerde, yemin ederim böyle bu, nefesimi tutuyorum. Hesap et, kaç yıldır tutuyorum nefesimi!


Ümit A.: Epeydir tutuyor olmalısın. Son röportajlarından birinde 8 yaşında net olarak “ben yazar olmak istiyorum” dediğini söylemişsin. O zaman kafandaki yazarlık gazetecilikle mi bağlantılıydı yoksa edebiyatçılığı mı kastediyordun?

Ece T.: Şiirden söz ediyordum esasen. Edebiyatın özü orasıdır, başka hiçbir şey değil. Geri kalan edebiyat şiirin seyreltilmiş halidir sadece. Gazetecilik bahsine gelince... Başından beri, önce bilinçsiz, sonra kesinlikle teammüden, tam ortada bir yerde durmaya çalıştım. Gazeteciliğin hiper-gerçekliğiyle edebiyatın ‘hakikati’ arasındaki belalı arazide. Gazeteciliğe de, hikayelerin toplandığım bir hayat alanı olarak baktım. Biraz Melih Cevdet Anday’ın söz ettiği ‘ıssız telgrafhane’ gibiydim, gibiyim ya da. Halkımın, halkların sesleri beni uyutmuyor, uyutmadıkça ben de uyuyanları dürtüyorum! İnsanlığın ortak kalbinden haberler veriyorum. Ama esas olan, sanırım gazetecilik boyunca gördüğüm hikayeleri alıp, geri, edebiyata, evime götürme isteğiydi. Nitekim öyle de oluyor şimdi. Böyle bir edebiyata inanıyorum zira. Çamura bulanmış bir edebiyata! Edebiyatın kulelerde tasarlanan değil, insan kokusuyla kutsanan bir asaleti olduğuna inanıyorum. Asaletini ancak öyle korur edebiyat: İnsana bulanarak.

Ümit A.: Nabokov bir denemesinde” “Bir yazara üç noktadan bakılabilir. Bir öykücü olarak görülebilir, bir öğretmen olarak, bir büyücü olarak. Büyük bir yazar, üç niteliği –öykücü, öğretmen, büyücü- birleştirir, ama onda ağır basan, onu büyük yazar kılan özellik büyücülüğüdür.” der. Sen şimdi romana kalkışmış biri olarak gazetecilik geçmişinden ötürü öğretmenlik özelliğinin ağır basmasından korkmuyor musun?

Ece T.: (Gülüyor) Büyük ve kesin bir eşitliğe inandım ben. Çok da zararını gördüm ‘Alçakgönüllü olma öyle zannederler’ lafının. Tasavvufu ve sosyalizmi öğrenmeden önce, çok önceden beri ‘hiç kimse’ olmak peşindeyim. Orada rahat ediyorum, orada etim hakiki sözü salgılıyor çünkü. Dolayısıyla öğretmenlik şöyle dursun, en boynu bükük öğrenci gibi hissettim kendimi. Zaten bu gazetecilik, köşecilik işinden o yüzden tedirginim. ‘Biri’ olmaya o kadar zorlanıyorsun ki... Orada da edebiyat mümkün değil. Bir edebiyatçı önce kendini öldürür, sonra en sevdiklerini, en son da içindeki erdemleri, yazmaya başlamadan önce böyle bir dizi cinayet işlenir. Ama eğer ‘biri’ olmuşsanız artık o biri nasıl davranması gerekiyorsa öyle davranmalısınız. Bu yüzden diyorum zaten nefes alabildiğim yer edebiyat diye. Bu yüzden de zaten biri olduğum Türkiye’de değil, Beyrut’ta ve Oxford’da yazdım kitabı.


Ümit A.: Milan Kundera, romanın sonunun geldiğiyle ilgili tartışmalarda “eğer romanın gerçekten ortadan kalkması gerekiyorsa, bu onun gücünün tükenmesi yüzünden değil, kendisine ait olmayan bir dünyada bulunması yüzündendir.” diyor. Sen bir gazeteci olarak hiç kuşkusuz dünyayı çok daha yakından takip ediyorsun. Sence, romanın kendisini ait hissedeceği bir dünya var mı hâlâ?

Ece T.: İki dünya var bence romancı için. Bir ‘korsanların’ dünyası, bir de ‘kaptanların’. Yazarın, iletişim çağının dalgaları giderek daha büyüyen okyanusunda durduğu iki yer var. Üstün özne olarak yazarın ya da söz sahibinin varoluşu ölümcül bir tehdidle karşı karşıya. Bir bakıma yazarın iktidarının atomlarına parçalandığı bir döneme giriliyor. Peki o zaman kimin sözünü dinleyeceğiz? Ya da üyeleri belli bir filtreden geçmeden bir araya gelen bu dev söz kolektifinin yarattığı ‘söz’, ‘fikir’ doğru mudur? Örneğin; Ekşi Sözlük bu bakımdan kerteriz alınacak bir mikro-cosmos, bir laboratuar olabilir. Diyelim ki Ece Temelkuran için söylenen, oluşturulan ‘ortak cümle’ gerçeği karşılar mı? ‘Doğru’ söyler mi? Bu noktada sosyalist bir bakış açısında diretmek lazım. İnsanın özünde iyiliğe doğru bir potansiyel olduğunda inat etmek gerek. Yani kolektif olana inancınız varsa bunun da eninde sonunda ‘iyi’ olduğuna inanmak zorundasınız. O kolektif, sözün iktidarını parçalıyorsa, kendiniz bundan zarar görseniz bile buna iyimser bir biçimde katılmak zorundasınız. Kendi iktidarınızda diretmek...

Ümit A.: İnternetle birlikte bu dünya daha da farklı şekillendi değil mi?

İnternetle devleşen söz denizinde, söz söyleme hakkının kime ait olduğunun giderek belirsizleştiği tedirginlik denizinde işte, ‘kaptan’ olmak isteyen yazarlar, bu yüzden gidip büyük ticaret filolarına yanaşıyorlar. Çeşitli pazarlama teknikleriyle kraliyet filolarına atıyorlar kapağı. Bir seçimdir, tartışılır. Ama sadece edebiyatın gerektirdiği ‘hiç kimse’ olma, ‘hiç kimselerden yana olma’ gerekliliğen ihanet edilmiyor orada, aynı zamanda bu kolektiften kendini ayrı tutanlar bir tür aristokrasi oluşturup karşı-devrimci bir duruş benimsiyorlar bana kalırsa. Ama korsanlar dünyayı ele geçiriyor! Kitap korsanlarından söz etmiyorum. Daha derin ve geniş anlamda, fikri mülkiyetin, sözün iktidarını yerle bir eden bir korsanlık ahlakından, o yöne giden bir ‘başıbozukluktan’ söz ediyorum. Roman işte, kendine böyle bir dünyada yer bulmaya çalışıyor şimdi. Biz de, ayıptır söylemesi, bir ‘Medar-ı Maişet Motoru’ ile yola çıkıyoruz şimdi. Yani yeniden. Ben romanın değilse bile hikâyenin ölümsüzlüğüne ve kendi yelkenini dolduracak rüzgâra sahip olduğuna inanıyorum.

Ümit A.: Günün birinde bir ayrım noktasına gelsen, gazetecilik mi, edebiyat mı diye sorsalar hangisini tercih edersin?

Ece T.: Hep edebiyattır bu sorunun cevabı. Ama hep!

Ümit A.: Gazetecilikten edebiyata geçen Hemingway, gazetecilik yaptığı sıralarda gazetecilik tarzını geliştirmek için boş bir kağıt üzerine birbiriyle alakasız cümleler yazarmış. Romanlarındaki kısa ve basit cümleler bu çabayla oluşmuş. Senin gazeteciliğinin yazarlığına ne tür bir katkısı olmuştur?

Ece T.: Bana savrulma hakkını verdi! Nasıl dersen şöyle: Yazının endüstri ile dünya tarihinde daha önce görülmemiş cinsten bir ilişkisi oluştu son yıllarda. Karşılıklı bir kölelik ilişkisi bu. Yazar, çok satmak ile kazandığı şöhret ve göreceli itibar karşılığında ritmik olarak üretmek zorunda. Hatta buna ‘Bandist Roman’ diyebiliriz. Zeki Coşkun ‘para-roman’ diyordu son derece yerinde bir saptamayla. Ben daha ileri gidildiğini düşünüyorum. Bandist üretim tarzıyla roman üretiliyor artık. Bunun da yazardan beklediği bir şey var: Hayata bulaşmamak, savrulmamak. Senden beslenen bir endüstri var, onu beslemek için bir memur kadar öngörülebilir bir hayatın olmak zorunda. Ne üretiyorsan hemen hemen aynısını, ya da sadece ‘piyasayı ürkütmeyecek kadar’ bir sürpriz payıyla üretmeye devam etmek, yapman gereken bu. Yani yazarın ‘Şöyle bir şey yaşadım, artık edebiyatım değişti’ deme hakkı yok. Zamanı da yok zaten. Gemileri yakma hakkı olmayan bir edebiyattan ne çıkar? Vallahi bana sorarsan bir halt çıkmaz! Gazetecilik bana savrulma hakkını verdi. Evsizlik hakkını, göçebelik imkânını. Yıkıp yeniden yapmayı ve yıkılıp yeniden yapılan hayatlara en yakından tanıklık etme imkânını. Kanı, vahşeti, kötülüğü, alçaklığı görmem imkansız olurdu gazetecilik yapmasıydım ve içinde bunlar olmayan edebiyatı da eksik bulurum doğrusu.

Ümit A.: Bazı kitapları okuduktan sonra insan hiç eskisi gibi olmaz. Yazarları, yazar yapan kitapların da bunlar olduğunu söylenir. Ben şu kitaptan yazar oldum diyeceğin kitaplar var mı?


Ece T.: Kitaptan değil, hayattan oldum ben biraz. Ama 16 yaşındayken okuduğum Zorba’yı asla ve kat’a unutmam. Bir de Suç ve Ceza’yı.


Ümit A.: İnsan ilk gençlikte roman kahramanlarına âşık olabiliyor. Senin âşık olduğun bir roman kahramanı var mıydı?

Ece T.: Allahtan roman kahramanı gibi adamlar ve kadınlar tanıdım da öyle çok ihtiyacımız olmadı roman kahramanına filan!

Ümit A.: Yine Kundera’ya dönecek olursam, “Her roman, okuyucusuna şöyle der: Durumlar senin düşündüğünden karışık” diyor. Senin romanla yapmak istediğin bu karmaşıklığı teşhir etmek mi, yoksa ona bir çözüm mü getirmek?

Ece T.: Bu önemli. İkisi de değil. Ama okuyana güven vermek isterim. Zira ‘şezlong romanı’ yazmadım, itiraf edeyim. O yüzden de okuyanda, ‘Yazar beni yaya bırakacak’ demesini hiç istemiyorum. Ne zaman tökezledi, yuvarlandı, bilsin ki ben onu o çukurdan çıkaracağım. Okurken düşecek yani okuyucu, kalkacak fakat. Daha doğrusu beraber kalkacağız. Anlamışsındır herhalde biraz engebeli bir roman yazdım! Zaten benim okurla oynayacak ne enerjim ne de zamanım var. Zira benim anlatacak bir hikâyem var. O hikâyenin de böyle süper zeka numaralara ihtiyacı yok. Ancak trişka hikâyeleri olanlar öyle zeka oyunları oynarlar. Beraber bir maceraya çıkmak, benim derdim budur. Bir güven anlaşması var çünkü okurla aranda. Benim için eşit bir anlaşmadır bu. Evet, ‘durum okurun sandığından karışık’ ama ‘Gel kardeşim,’ derim ben, ‘Bu işin içinden beraber çıkacağız’. Çıkamazsak da beraber batacağız!

Ümit A.: Gazeteci, politikanın bunca içinde olan biri olarak çalıştığınız romanın da siyasi bir tarafı olduğunu düşünüyorum, yanılıyor muyum? Eğer yanılmıyorsam siyaset seksi bir konu mu sence?

Ece T.: Politika, seksidir! Kesin ve net olarak. Çok anlatmayayım ama okur görecek ki politika çok seksidir. Ve en iyi flört, politika konuşarak yapılandır!

Ümit A.: Politika deyince 12 Eylül yarattığı acının karşılığı olarak hala çok tartışılıyor. Sence Türk edebiyatı 12 Eylül’ü yeterince anlatabildi mi?

Ece T.: 12 Eylül’ün edebiyat için yeterince demlenmediğini düşünüyorum. Hatta yeni yeni başlıyor bence anlatılmaya. Zira darbe sadece geleceğe ilişkin bir yılgınlık yaratmadı insanlarda, geçmişe ilişkin de bir tahayyül bitkinliği var. Hatırlama isteksizliğinden, belleksizlikten söz etmiyorum. Sözünü ettiğim 12 Eylül öncesi dönemde edinilmiş, kazanılmış güzel şeyleri tahayyül etme yılgınlığı. Öyle bir yıkılmış ki hatıralar o dönemde güzel bir şeyler olduğunu hayal bile edemiyor insanlar. Bakıyorum mesela şu ‘Bu kalp seni unutur mu?’ dizisine, sinematografik olarak rengi yok dizinin. O dönemin rengini bile hatırlamıyor insanlar demek ki. Rengini, kokusunu, dokunuşunu hatırlamadığın bir dönemle ilgili nasıl yazacaksın? Dur bakalım. Geliyor, ona da sıra geliyor.


Ümit A.: Nasıl bir ortamda yazarsın. Yalnızken mi, sessizken mi, yoksa havaalanında uçak beklerken bile yazarım diyenlerden misin?

Ece T.: Mesele gazetecilikse bu konuda meşhurumdur: Her yerde, her koşulda yazarım. Ama edebiyata gelince, o başka. O zaman neredeyse obsesif kompulsif bir hal alıyorum. Kalem böyle duracak, kağıt burada duracak, perde şöyle duracak vesaire... Bu da iyi. Demek ki edebiyat bende, yaratması gereken korkuyu hala yaratıyor! Yazdığı metinden korkmayan bir yazar olmak istemem hiç. Hani ‘Babam için’ filminde bir sahne vardır. Avukat kadın, yıllar sonra sanığı kurtaracak delili bulmuştur. Ama ‘Ya anlatamazsam’ diye o kadar korkar ki boğazına tıkılır laflar, ağlamasını yutmak için acı çeker. Edebiyat öyle bir korku yaratmalı. Eğer söyleyeceğini doğru söyleyemezsen biri ölecekmiş gibi bir korku. Ki nitekim karakterler bende böyle bir borç duygusu yaratır. Bak o da gazetecilikle ilgili belki. Kürt’ün, yoksulun, kadının, çocuğun derdini doğru anlatamazsam diye kahrolmak gibi bir ahlak.

Ümit A.: Sevgi Soysal, Tante Rosa’sı için “bütün kadınca bilmeyişlerin tek adıdır” diyor. Yeni bir romancı, usta bir yazar ama daha çok kadın olarak “bütün kadınca bilmeyişler” deyince senin aklınıza ne geliyor?

Ece T.: ‘Bilmeyişlerin’ sözcüğünü önemserim. Zira Sevgi Soysal ‘bilemeyiş’ demek isteseydi böyle derdi. Onu dememiş, ‘bilmeyiş’ demiş. Kadınca mıdır değildir, orası ayrı mesele ama ‘bilmeyişlerimin’, işini bilen bir melek gibi beni koruduğunu düşünürüm. İnsanlar arası iktidar ilişkilerini, mülkiyeti ve yerleşiklik duygusunu hala ‘bilmeyişimin’ beni çok yorduğunu ama yazımı hep diri tuttuğuna ikna oldum nihayet. Hakikaten anlamam bu işlerden. Anlayamam. Uzaydan gelmiş gibi neredeyse.


Ümit A.: Gerçi tamamlamak üzere olduğun romanın ayrıntılarına fazla girmeyelim dedik ama bir romanın doğum sancılarını ilk ve nasıl hissettin?

Ece T.: Çok romantik olacak ama hakikaten de Beyrut’ta güneş batıyordu, Hizbullah’ın hakim olduğu Dahye bölgesinden çıkıp deniz kenarına geldim ve bir peçetenin üzerine ilk cümleyi yazdım. Bu duyguyu unutmuştum nicedir. Dünyadan sessizce, gürültü çıkarmadan kopup gitmek, başka bir dünyaya girmek gibi. Sancılı filan olmuyor o, bilâkis, sanki bir ağrın varmış, alışmışsın ve nihayet geçince bir ağrın olduğunu hatırlamışsın gibi. Akvaryumdan denize salınan bir balık gibi... Sancı sonra başlıyor esas.

Ümit A.: Ağrı’nın Derinliği isimli kitabının yenilerde cep versiyonu çıktı. İnsanlar Ağrı’nın Derinliği’ni ceplerine koyduklarında aynı zamanda neyi koymuş olacaklar?

Ece T.: Kitabı ceplerine koymak için ceplerinden neyi çıkaracaklarını söyleyeyim: Daha önce orada olduğunu bilmedikleri bilgisizliği. Ben insanların o kitabı okuyunca kendilerini daha çok sevdiğini gördüm. Kendi kendilerini bilmeye başlıyor insanlar. Sanırım ceplerine bu girecek ‘Ağrı’nın Derinliği’ ile. Ve bir de tabii daha az para çıkacak ceplerinden! (Gülüyor)

Ümit A.: Yazarlığın bir esnaflığı var mıdır gerçekten?

Ece T.: Öfff! Hem nasıl! Zaten bu yüzden tiksindim yazıdan köşe yazarlığı boyunca. Yazının nasıl, kimler üzerinde, hangi ilişkiler için bir ‘akçe’ olarak kullanıldığını gördükçe... Esnaf aldığı malı daha pahalıya satmayı düşünen bir varlıktır. Yazı üzerinden böyle bir hesap yapıldığını görünce... Yazık yani. İçim bulanıyor yemin ederim.

Ümit A.: Son olarak; herkes hikayelerini birine anlatır. Kimi sevdiğine, kimi kendine, kimi kadınlara, kimi erkeklere, kimi Türklere, kimi Kürtlere. Sen hikâyelerini kime anlatmak istiyorsun?

Ece T.: Hep şöyle bir görüntü gelir gözümün önüne yıllardır. Niye bilmiyorum, kızıl saçlı bir çocuk. Arkadan görüyorum bu çocuğu. Ayakları yere değmiyor sandalyede oturunca. Annesinin babasının kütüphanesinden benim kitabımı çıkarmış, ayaklarını sallaya sallaya okuyor. Ne okuduğunu da bilmiyor. Orada okuduğu bir cümleyi yıllar sonra bir kadına, kafası iyiyken söyleyeceğini, o kadının ona öylece âşık olacağını da bilmiyor. O çocuğa yazıyorum ben sanki. Benim kalbimi bilen bir çocuk bu. Kalbimi bir şişeye koyup zamanın okyanusuna bırakıyorum galiba.

Hiç yorum yok: