2002 yılında Radikal gazetesinin eki Radikal İki'de yayınlanan yazılarım için:
Kimse Barıştan Söz Etmiyor
Cafe'slenen bir Eskişehir'e Bakış
Asıl kurban kim?
iletişim
umit@umitalan.net
twitter.com/umitalan
Pazartesi, Temmuz 28, 2008
Ya Darbe Dünlükleri?
Ya Darbe Dünlükleri?
17 Temmuz 2008 tarihinde Yeni Söz'de (http://www.yenisoz.net) yayınlanan yazım.
Hayat bazen insanı söylemeye zorluyor. Susmak istese de söylemeye mecbur kalıyor insan. Roland Barthes bu durumu; “Faşizm konuşma yasağı değil, söyleme mecburiyetidir” diye özetlemişti. Ancak bunun da ötesine geçtik biz. Eğer Ergenekon operasyonu karşısında yeterince coşkuya kapılmazsanız “darbeci” olarak addedilmeniz olası. Oysa, yaşananları okumak için o kadar erken ki.
Arada kaldım tam arada
“Söylesem tesiri yok. Sussam gönlüm razı değil” diyen Fuzuli’yi ters köşeye yatıracak bir süreç bu. Söyleseniz etiketleniyorsunuz. Sussanız da etiketleniyorsunuz. Coşkulu bir şekilde AKP’nin açtığı demokrasi mücadelesinin arkasında sıralanmanız veya Ergenekon diye bir şey yoktur demeniz lazım. Bu da Susam Sokağı’nın çocuk beyinlerimize zerk ettiği; “Arada kaldım tam arada / birisi bu yöne iter muhahaha / diğeri öbür yöne muhaahaha / sıkıştırıp dururlar ta ki ben düzelinceye kadar” şarkısını hatırlatıyor.
Bu yol demokrasiye mi gidiyor?
Kayıtsız şartsız darbe karşıtı olarak bilinen kesim bile AKP’nin tavrı yüzünden ikiye bölünmüşse, durup bir düşünmek lazım. AKP’nin Ergenekon sürecindeki tavrının yol açtığı bu durumu, biraz daha ince görmek lazım. Nuray Mert, gerek Radikal gazetesindeki yazıları, gerekse Milliyet’e verdiği röportajda konuya daha mutedil yaklaşanlardan. Ergenekon diye bir şeyin varlığını inkar etmemekle birlikte, bu bizim arkasında sıralanacağımız demokrasi mücadelesi olamaz diyor ve kuşkularını sıralıyor. Buradan; “Memlekette bunca ‘darbeci’ varken, demokratlarla, demokrasi söylemi ile uğraşmanın zamanı mı diyebilirsiniz? Evet, tam zamanı. Zira, darbeciliği sorgulamak kolay, hele de bu kadar suçüstü yakalanmışlarken. Bu noktada, diğerleri ile ‘yürünecek yol var mı ve/veya o yol nereye gider?’ sorusunu sormazsak kendimizi yaban illerde bulmamız kaçınılmaz.” Noktasına varıyor. Çünkü AKP, Ergenekon ile açtığı yolun samimiyeti konusunda pek çok kişinin kafasında soru işaretleri oluşturmuş durumda.
Ergenekon neyle sınırlı?
Birikim dergisinin web sayfasında yayınlanan bir yazısında Yetvart Danzikyan, bir gazeteci titizliğiyle pek çok bulguyu sıralıyor. Sonra konuyu şöyle bağlıyor:
“AKP hükümeti, tüm gücünü kendisine yönelik bir komployu ortaya çıkarmaya hasretmiştir. Soruşturmanın daha derinlere inmesini beklememek gerekir. Daha derinlere derken şunu kastediyoruz: Kabaca 1980’lerin başlarından bu yana bilhassa Güneydoğu’da işlenen fail-i meçhul cinayetlerin başını çektiği devletin kirli işlerinin ortaya çıkarıldığı, sorumlularının yargı önüne çıkarılıp hesap verebildiği bir soruşturma. Bunu yapmaya AKP’nin çeşitli sebeplerle gücü yoktur. AKP’nin buna niyeti de yoktur. AKP kadrolarının böyle bir meselesi yoktur. AKP tabanının böyle bir derdi yoktur. Şemdinli vakası bunun en iyi örneğidir. Mevcut komuta kademesi bu olayda AKP Hükümeti’nin gideceği sınırı çizmiş, Hükümet de bu sınırı şevkle benimsemiştir. Dolayısıyla soruşturmanın gideceği yer, herhalde şu “Hükümet aleyhinde komplo” ile sınırlı kalacak gibi görünüyor.”
Turnusol kağıdı gibi bir gelişme
İşte tüm bunlar yaşanırken turnusol kağıdı gibi bir gelişme oluverdi. ÖDP Genel Başkanı ve İstanbul milletvekili Ufuk Uras, DTP milletvekilleriyle birlikte darbeler için bir Meclis Araştırması teklifi verdi. Teklif, sadece AKP iktidarında yaşanan demokrasi dışı girişimleri değil, geçmişe doğru tüm demokrasi dışı girişimleri ele alıyor. Milliyet’in haberine göre AKP, bu girişime destek vermiyor. Hatta Bülent Arınç’ın şöyle bir açıklaması var: “İktidar ‘Bunlar benim meselemdir, çoğunluğum var. İhtiyaç hissedersem Meclis araştırmasına konu etmeden kendi imkanlarımla konuyu inceler, gerekirse çözerim’ diyebilir.” Bu, zamanın Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın “Memlekete komünizm gelecekse onu da biz getiririz.” demesi gibi bir şey. Biraz da Ergenekon ile başlattıklarını iddia ettikleri “demokrasi mücadelesinin” samimi olmadığının bir işareti.
Ufuk Uras’ın gerek bu araştırma teklifi, gerekse 12 Eylül’ün sorumlularını yargılamayı engelleyen Anayasa’nın 15. Maddesinin kaldırılması isteği, AKP’nin bu süreçteki samimiyet sınavının sorularıdır. Görülen o ki, AKP bu konularda çamura yatacak gibidir. AKP, eğer yalnızca “darbe günlükleri”ne değil, “dünlüklerine” de el atarsa samimi bir demokrasi mücadelesi verdiğini söyleyebiliriz. Yoksa yaşananlar beş yıldır dönüp dolaşıp geldiğimiz yere, AKP’nin “kendine demokrasi”sine döner. Bundan, AKP dahil hiç kimse kazançlı çıkmaz.
Ümit Alan
17 Temmuz 2008
17 Temmuz 2008 tarihinde Yeni Söz'de (http://www.yenisoz.net) yayınlanan yazım.
Hayat bazen insanı söylemeye zorluyor. Susmak istese de söylemeye mecbur kalıyor insan. Roland Barthes bu durumu; “Faşizm konuşma yasağı değil, söyleme mecburiyetidir” diye özetlemişti. Ancak bunun da ötesine geçtik biz. Eğer Ergenekon operasyonu karşısında yeterince coşkuya kapılmazsanız “darbeci” olarak addedilmeniz olası. Oysa, yaşananları okumak için o kadar erken ki.
Arada kaldım tam arada
“Söylesem tesiri yok. Sussam gönlüm razı değil” diyen Fuzuli’yi ters köşeye yatıracak bir süreç bu. Söyleseniz etiketleniyorsunuz. Sussanız da etiketleniyorsunuz. Coşkulu bir şekilde AKP’nin açtığı demokrasi mücadelesinin arkasında sıralanmanız veya Ergenekon diye bir şey yoktur demeniz lazım. Bu da Susam Sokağı’nın çocuk beyinlerimize zerk ettiği; “Arada kaldım tam arada / birisi bu yöne iter muhahaha / diğeri öbür yöne muhaahaha / sıkıştırıp dururlar ta ki ben düzelinceye kadar” şarkısını hatırlatıyor.
Bu yol demokrasiye mi gidiyor?
Kayıtsız şartsız darbe karşıtı olarak bilinen kesim bile AKP’nin tavrı yüzünden ikiye bölünmüşse, durup bir düşünmek lazım. AKP’nin Ergenekon sürecindeki tavrının yol açtığı bu durumu, biraz daha ince görmek lazım. Nuray Mert, gerek Radikal gazetesindeki yazıları, gerekse Milliyet’e verdiği röportajda konuya daha mutedil yaklaşanlardan. Ergenekon diye bir şeyin varlığını inkar etmemekle birlikte, bu bizim arkasında sıralanacağımız demokrasi mücadelesi olamaz diyor ve kuşkularını sıralıyor. Buradan; “Memlekette bunca ‘darbeci’ varken, demokratlarla, demokrasi söylemi ile uğraşmanın zamanı mı diyebilirsiniz? Evet, tam zamanı. Zira, darbeciliği sorgulamak kolay, hele de bu kadar suçüstü yakalanmışlarken. Bu noktada, diğerleri ile ‘yürünecek yol var mı ve/veya o yol nereye gider?’ sorusunu sormazsak kendimizi yaban illerde bulmamız kaçınılmaz.” Noktasına varıyor. Çünkü AKP, Ergenekon ile açtığı yolun samimiyeti konusunda pek çok kişinin kafasında soru işaretleri oluşturmuş durumda.
Ergenekon neyle sınırlı?
Birikim dergisinin web sayfasında yayınlanan bir yazısında Yetvart Danzikyan, bir gazeteci titizliğiyle pek çok bulguyu sıralıyor. Sonra konuyu şöyle bağlıyor:
“AKP hükümeti, tüm gücünü kendisine yönelik bir komployu ortaya çıkarmaya hasretmiştir. Soruşturmanın daha derinlere inmesini beklememek gerekir. Daha derinlere derken şunu kastediyoruz: Kabaca 1980’lerin başlarından bu yana bilhassa Güneydoğu’da işlenen fail-i meçhul cinayetlerin başını çektiği devletin kirli işlerinin ortaya çıkarıldığı, sorumlularının yargı önüne çıkarılıp hesap verebildiği bir soruşturma. Bunu yapmaya AKP’nin çeşitli sebeplerle gücü yoktur. AKP’nin buna niyeti de yoktur. AKP kadrolarının böyle bir meselesi yoktur. AKP tabanının böyle bir derdi yoktur. Şemdinli vakası bunun en iyi örneğidir. Mevcut komuta kademesi bu olayda AKP Hükümeti’nin gideceği sınırı çizmiş, Hükümet de bu sınırı şevkle benimsemiştir. Dolayısıyla soruşturmanın gideceği yer, herhalde şu “Hükümet aleyhinde komplo” ile sınırlı kalacak gibi görünüyor.”
Turnusol kağıdı gibi bir gelişme
İşte tüm bunlar yaşanırken turnusol kağıdı gibi bir gelişme oluverdi. ÖDP Genel Başkanı ve İstanbul milletvekili Ufuk Uras, DTP milletvekilleriyle birlikte darbeler için bir Meclis Araştırması teklifi verdi. Teklif, sadece AKP iktidarında yaşanan demokrasi dışı girişimleri değil, geçmişe doğru tüm demokrasi dışı girişimleri ele alıyor. Milliyet’in haberine göre AKP, bu girişime destek vermiyor. Hatta Bülent Arınç’ın şöyle bir açıklaması var: “İktidar ‘Bunlar benim meselemdir, çoğunluğum var. İhtiyaç hissedersem Meclis araştırmasına konu etmeden kendi imkanlarımla konuyu inceler, gerekirse çözerim’ diyebilir.” Bu, zamanın Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın “Memlekete komünizm gelecekse onu da biz getiririz.” demesi gibi bir şey. Biraz da Ergenekon ile başlattıklarını iddia ettikleri “demokrasi mücadelesinin” samimi olmadığının bir işareti.
Ufuk Uras’ın gerek bu araştırma teklifi, gerekse 12 Eylül’ün sorumlularını yargılamayı engelleyen Anayasa’nın 15. Maddesinin kaldırılması isteği, AKP’nin bu süreçteki samimiyet sınavının sorularıdır. Görülen o ki, AKP bu konularda çamura yatacak gibidir. AKP, eğer yalnızca “darbe günlükleri”ne değil, “dünlüklerine” de el atarsa samimi bir demokrasi mücadelesi verdiğini söyleyebiliriz. Yoksa yaşananlar beş yıldır dönüp dolaşıp geldiğimiz yere, AKP’nin “kendine demokrasi”sine döner. Bundan, AKP dahil hiç kimse kazançlı çıkmaz.
Ümit Alan
17 Temmuz 2008
Etiketler:
Darbe,
Ergenekon Operasyonu,
Ufuk Uras,
Yeni Söz Yazıları
İnsanlığın Tuzla buz olduğu an!
26 Mayıs'tan bu yana Yeni Söz (http://www.yenisoz.net)'de yayında olan son yazım aşağıda:
Belki bir insanın, diğerini ilk kez öldürdüğü andır o an. Belki de birinin öldürülmesine sessiz kaldığı ilk an. Bazen bunun da ötesine geçebilir ama insan. Sessiz kalmak bile erdemken tutamaz kendini. "Tersanelerdeki ölümler, MİT'lik, polislik" deyivererek tüm suçu ölenlere ve onların arkadaşlarına yükleyebilir. Buradan derin bir komplo teorisi çıkartabilir. Çünkü bu iddiayı ortaya atan da bilir ki, komplo teorisyenliği milli sporumuzdur bizim. Her zaman prim yapar. İnanmayan kadar, inanan da çıkar.
Dickens bile anlamaz!
Bu öyle bir andır ki, Zor Zamanlar’ı 150 küsur yıl önce yazmış Charles Dickens'ın bile muhayyilesi almaz. İnsanlık Tuzla'da buz olmuştur artık. Ne küresel ısınma ısıtabilir artık onu, ne de tersanelerden yurdumuza akan sıcak para. "Tersanecilikte dünyanın yükselen yıldızlarından biri olduğumuzu" övüne övüne söyleyecektir yine birileri. Başkaları taleplere yetişemediğimizi mağrur bir haberin konusu yapacaktır. İşçilik ve hayatlar bu kadar ucuz olunca yükselecektir elbette tersanecilik. "En az üç çocuk doğurun" diye Türkiye'yi Çin kadar uzak olmayan bir ucuz işgücü devi yapmayı kafasına koymuştur ne de olsa başka birileri.
Sermayenin söz söyleme Hürriyet'i
Bu "muhteşem" iddiayı ortaya atan kişi eski bir AKP milletvekili ve Tuzla'daki Desan Tersanesi'nin sahibi Cengiz Kaptanoğlu. Bu iddiayı manşete taşıyıp ona ciddiyet kazandıran ise Hürriyet Gazetesi. Bugünlerde Hürriyet şudur, budur gibi reklamlarla 60. yılını ala-yı vala ile kutlayan büyük gazete, son tahlilde sermayeden taraf olma geleneğini bozmuyor elbette. Öyleyse; "Hürriyet biraz da sermayedir, sermayenin söz söyleme Hürriyet'idir" deme hakkımız olmalı bizim de.
Ölümleri taşere etmek...
Tuzla'daki iş kazaları ve ölümlerin nedeniyle ilgili olarak tüm bilirkişi ve komisyonların ortak görüşü taşeron sisteminin acizliği ve acımasızlığı. Bu sitede daha önce yazdığım "Gemilerde Kıyım Var" başlıklı yazıda taşeron sistemini emek örgütlenmesini parçalayan bir sistem olarak ele almıştım. Elbette emek örgütlenmesini parçalamasından öte, eğitimsiz, ucuz işgücü kullanma, iş güvenliği tedbirlerinin maliyetinden kaçınma gibi sonuçları da var bunun. Ama polisiye bir olay, MİT'lik bir iş diyerek geçiştirmek en kolayı. Nasılsa hukuk önünde asıl tersane sahipleri değil taşeronlar sorumlu. Nasılsa sözlerinizi büyük bir ciddiyetle manşete taşıyacak birileri illa ki bulunuyor.
Devletimiz tüm yaralara tuz basacaktır.
1 Mayıs'ta işçilere Taksim'i bile reva görmeyen hükümetin Başbakanı, 1 Mayıs'ın hemen ardından Tuzla Tersaneler Bölgesi'ndeydi. Bu AKP'nin alışageldiğimiz taşra kurnazlıklarından biriydi. 1 Mayıs'taki tepkileri göğüste yumuşatmak adına yapılmış "dostlar alışverişte görsün" ziyaretiydi. Zaten ziyaret sırasında Başbakan ile işçi ölümlerini konuşmak isteyen Limter-İş sendikalılar da apar topar gözaltına alınıvermişti hatırlarsanız. Ziyaretin ardından herhangi bir önlem alınmayıp ölümlerin sürüyor olması gösteriyor ki, başbakanın ziyareti Tuzla'daki "yaraya tuz basmaktan" başka bir şey değilmiş.
İşçiler rakam olur, gülümse...
Tuzla'da işçiler rakam olmaya devam ediyor. Son beş yılda... Son altı ayda... vesaire diye diye kahredici istatistikler önümüze diziliyor. Son dönemde oluşan kamuoyu, devleti bir takım önlemler almaya zorlasa da, bu önlemlerin göstermelik olduğu açık. Taşeron sistemini kaldırmaktan kimse söz etmiyor örneğin. Ama "Tuzla'daki ölümler, MİT'lik, polislik" diyen bir Tersane sahibi hemen ciddiye alınıveriyor. Çünkü burası işçisine, emekçisine zerre değer vermeyenlerin ülkesi. Kemal Burkay'ın sonradan Sezen Aksu'nun bestelediği "Gülümse" şiirinde şarkıya giremeyen bir dize vardır. "İşçiler iyi çalışsın gülümse" der Burkay. Artık bırakın iyi çalışmayı; ölmeseler, öldürülmeseler, rakam olmasalar bile gülümseyeceğiz. Bu "zor zamanları", ancak sendikal hareketi güçlendirerek atlatacağız.
Belki bir insanın, diğerini ilk kez öldürdüğü andır o an. Belki de birinin öldürülmesine sessiz kaldığı ilk an. Bazen bunun da ötesine geçebilir ama insan. Sessiz kalmak bile erdemken tutamaz kendini. "Tersanelerdeki ölümler, MİT'lik, polislik" deyivererek tüm suçu ölenlere ve onların arkadaşlarına yükleyebilir. Buradan derin bir komplo teorisi çıkartabilir. Çünkü bu iddiayı ortaya atan da bilir ki, komplo teorisyenliği milli sporumuzdur bizim. Her zaman prim yapar. İnanmayan kadar, inanan da çıkar.
Dickens bile anlamaz!
Bu öyle bir andır ki, Zor Zamanlar’ı 150 küsur yıl önce yazmış Charles Dickens'ın bile muhayyilesi almaz. İnsanlık Tuzla'da buz olmuştur artık. Ne küresel ısınma ısıtabilir artık onu, ne de tersanelerden yurdumuza akan sıcak para. "Tersanecilikte dünyanın yükselen yıldızlarından biri olduğumuzu" övüne övüne söyleyecektir yine birileri. Başkaları taleplere yetişemediğimizi mağrur bir haberin konusu yapacaktır. İşçilik ve hayatlar bu kadar ucuz olunca yükselecektir elbette tersanecilik. "En az üç çocuk doğurun" diye Türkiye'yi Çin kadar uzak olmayan bir ucuz işgücü devi yapmayı kafasına koymuştur ne de olsa başka birileri.
Sermayenin söz söyleme Hürriyet'i
Bu "muhteşem" iddiayı ortaya atan kişi eski bir AKP milletvekili ve Tuzla'daki Desan Tersanesi'nin sahibi Cengiz Kaptanoğlu. Bu iddiayı manşete taşıyıp ona ciddiyet kazandıran ise Hürriyet Gazetesi. Bugünlerde Hürriyet şudur, budur gibi reklamlarla 60. yılını ala-yı vala ile kutlayan büyük gazete, son tahlilde sermayeden taraf olma geleneğini bozmuyor elbette. Öyleyse; "Hürriyet biraz da sermayedir, sermayenin söz söyleme Hürriyet'idir" deme hakkımız olmalı bizim de.
Ölümleri taşere etmek...
Tuzla'daki iş kazaları ve ölümlerin nedeniyle ilgili olarak tüm bilirkişi ve komisyonların ortak görüşü taşeron sisteminin acizliği ve acımasızlığı. Bu sitede daha önce yazdığım "Gemilerde Kıyım Var" başlıklı yazıda taşeron sistemini emek örgütlenmesini parçalayan bir sistem olarak ele almıştım. Elbette emek örgütlenmesini parçalamasından öte, eğitimsiz, ucuz işgücü kullanma, iş güvenliği tedbirlerinin maliyetinden kaçınma gibi sonuçları da var bunun. Ama polisiye bir olay, MİT'lik bir iş diyerek geçiştirmek en kolayı. Nasılsa hukuk önünde asıl tersane sahipleri değil taşeronlar sorumlu. Nasılsa sözlerinizi büyük bir ciddiyetle manşete taşıyacak birileri illa ki bulunuyor.
Devletimiz tüm yaralara tuz basacaktır.
1 Mayıs'ta işçilere Taksim'i bile reva görmeyen hükümetin Başbakanı, 1 Mayıs'ın hemen ardından Tuzla Tersaneler Bölgesi'ndeydi. Bu AKP'nin alışageldiğimiz taşra kurnazlıklarından biriydi. 1 Mayıs'taki tepkileri göğüste yumuşatmak adına yapılmış "dostlar alışverişte görsün" ziyaretiydi. Zaten ziyaret sırasında Başbakan ile işçi ölümlerini konuşmak isteyen Limter-İş sendikalılar da apar topar gözaltına alınıvermişti hatırlarsanız. Ziyaretin ardından herhangi bir önlem alınmayıp ölümlerin sürüyor olması gösteriyor ki, başbakanın ziyareti Tuzla'daki "yaraya tuz basmaktan" başka bir şey değilmiş.
İşçiler rakam olur, gülümse...
Tuzla'da işçiler rakam olmaya devam ediyor. Son beş yılda... Son altı ayda... vesaire diye diye kahredici istatistikler önümüze diziliyor. Son dönemde oluşan kamuoyu, devleti bir takım önlemler almaya zorlasa da, bu önlemlerin göstermelik olduğu açık. Taşeron sistemini kaldırmaktan kimse söz etmiyor örneğin. Ama "Tuzla'daki ölümler, MİT'lik, polislik" diyen bir Tersane sahibi hemen ciddiye alınıveriyor. Çünkü burası işçisine, emekçisine zerre değer vermeyenlerin ülkesi. Kemal Burkay'ın sonradan Sezen Aksu'nun bestelediği "Gülümse" şiirinde şarkıya giremeyen bir dize vardır. "İşçiler iyi çalışsın gülümse" der Burkay. Artık bırakın iyi çalışmayı; ölmeseler, öldürülmeseler, rakam olmasalar bile gülümseyeceğiz. Bu "zor zamanları", ancak sendikal hareketi güçlendirerek atlatacağız.
Etiketler:
İşçi Ölümleri,
Tuzla Tersanaleri,
Yeni Söz Yazıları
Çocuklar inanın, inanın çocuklar!
3 Mayıs 2008 tarihinde Yeni Söz'de yayınlanan yazım.
On yıllar, yüzyıllar geçse de bazı sözler hep yeni kalır. Onları unutup yeni bir söz söylemenin imkanı yoktur. Nazım Hikmet’in “Nikbinlik” şiirindeki “hani şimdi bizim soframıza / haftada bir et gelir / ve / çocuklarımız işten eve / sapsarı iskelet gelir” dizesi gibi mesela. Nazım Hikmet’in bu sözleri kâğıda düşürmesinin üzerinden 78 yıl geçse de değişen bir şey yok. Sözler hala yeni, hala boğaz düğümlüyor.
Günde 14 saat çalışın çocuklar!
Geçtiğimiz hafta 1 Mayıs tartışmaları, Vakit gazetesi yazarının bir çocuğu taciz ettiği iddiaları arasında küçük bir haber çıktı birkaç gazetede. Haber, İstanbul Barosu Çocuk Hakları Merkezi Çocuk İşçiler Çalışma Grubu’nun 23 Nisan nedeniyle yaptığı anketin sonuçlarıyla ilgiliydi. Buna göre çocuk ve genç işçilerimizin %62’si günde 14 saat çalışıyordu. Geriye kalan %38’inin de durumu hiç parlak değildi. 24 saatlerini çalıştıkları atölyede geçiren, şehir dışındaki aileleri tarafından kiralananları vardı. Yarısından fazlası sigortalı değildi ve sağlık kontrolünden geçirilmiyordu. %79’unun ailesi yoksulluk sınırında, geriye kalan %21’i onun da altındaydı.
Devlet için de çalışın çocuklar!
Çocuk işçilik gerçeği ülkemiz için yeni bir mesele değil. Bu gerçeği son iktidara bağlamak insafsızlık olur. Ama bu olgu öylesine kanıksanmış ki, çocukların tarım işçiliği nedeniyle okula geç başlamasına bile kimse ses etmiyor. Hatta geçtiğimiz yıl Şanlıurfa Ceylanpınar Tarım İşletmeleri Geliştirme Merkezi'nde –ki bir devlet kurumudur-kamyonla taşınırken ölenlerin 9'unun çocuk olduğunu ve bu çocukların günlük olarak çalıştığını hatırlarsak, bu konuda devletin ne denli sorumluluğu olduğunu daha iyi anlarız. Devletin sorumluluğunun denetimsizliğin de ötesinde suça dâhil olmayı bile içerebildiğini söyleyebiliriz.
Basına malzeme olun çocuklar!
Büyük medyamız, Vakit gazetesi yazarının bir kız çocuğu taciz ettiği iddiasını biraz da rövanşist duygularla çarşaf çarşaf yayınlarken, bir gün de olsa çocuk işçilerle ilgili gerçeği aynı şiddetle manşete taşımadı. Ne de olsa “İslamcı” diye nitelenen basın da benzer bir durumda aynısını yapacaktı. Örneklerini her iki tarafta da sık sık gördüğümüz üzere katil “ dindar olmayıp rakı içecekti” veya “imam hatipli çıkacaktı.” Haber dilinin ideolojisi yine bu ülkenin gerçeklerinin önüne geçecekti. Yine o öyle bir ideolojiydi ki, 1 Mayıs olaylarını bile Ergenekon terör örgütüne bağlayabilirdi.
İnanın çocuklar!
Çocuk işçiler konusunda durum bu. Hatırlayacak olursak Nazım Hikmet söz konusu şiirini tüm olumsuzlukları sıraladıktan sonra “inanın güzel günler göreceğiz çocuklar” diye bitirir. Tam da şimdi o dizedeki “inanın” sözcüğüne dikkat kesilmek gerek. Oradaki inancın neye dönüştüğünü görmek gerek. Zira bugünlerde birileri yine çocuklara “inanmayı” telkin ediyor. Cemaat yurtlarına veya sadaka sistemine gir ve kurtul diyor. Bu sisteme dâhil olmazsan aç kalırsın diye ekliyor. Allah Sağlık Para Afiyet Versin Amin (ASPAVA)’den ibaret sosyal güvenlik politikası, en çok çocukları etkiliyor. Onlara, sahip çıkacak sol bir iktidar, muhalefet veya bağımsız sol bir hareket olmayınca çocuklar ister istemez kendilerine “inanmayı” telkin edenlere gidiyor. Çocuklar inanıyor, inanıyor çocuklar, güzel günlere cennette ulaşacaklar…
On yıllar, yüzyıllar geçse de bazı sözler hep yeni kalır. Onları unutup yeni bir söz söylemenin imkanı yoktur. Nazım Hikmet’in “Nikbinlik” şiirindeki “hani şimdi bizim soframıza / haftada bir et gelir / ve / çocuklarımız işten eve / sapsarı iskelet gelir” dizesi gibi mesela. Nazım Hikmet’in bu sözleri kâğıda düşürmesinin üzerinden 78 yıl geçse de değişen bir şey yok. Sözler hala yeni, hala boğaz düğümlüyor.
Günde 14 saat çalışın çocuklar!
Geçtiğimiz hafta 1 Mayıs tartışmaları, Vakit gazetesi yazarının bir çocuğu taciz ettiği iddiaları arasında küçük bir haber çıktı birkaç gazetede. Haber, İstanbul Barosu Çocuk Hakları Merkezi Çocuk İşçiler Çalışma Grubu’nun 23 Nisan nedeniyle yaptığı anketin sonuçlarıyla ilgiliydi. Buna göre çocuk ve genç işçilerimizin %62’si günde 14 saat çalışıyordu. Geriye kalan %38’inin de durumu hiç parlak değildi. 24 saatlerini çalıştıkları atölyede geçiren, şehir dışındaki aileleri tarafından kiralananları vardı. Yarısından fazlası sigortalı değildi ve sağlık kontrolünden geçirilmiyordu. %79’unun ailesi yoksulluk sınırında, geriye kalan %21’i onun da altındaydı.
Devlet için de çalışın çocuklar!
Çocuk işçilik gerçeği ülkemiz için yeni bir mesele değil. Bu gerçeği son iktidara bağlamak insafsızlık olur. Ama bu olgu öylesine kanıksanmış ki, çocukların tarım işçiliği nedeniyle okula geç başlamasına bile kimse ses etmiyor. Hatta geçtiğimiz yıl Şanlıurfa Ceylanpınar Tarım İşletmeleri Geliştirme Merkezi'nde –ki bir devlet kurumudur-kamyonla taşınırken ölenlerin 9'unun çocuk olduğunu ve bu çocukların günlük olarak çalıştığını hatırlarsak, bu konuda devletin ne denli sorumluluğu olduğunu daha iyi anlarız. Devletin sorumluluğunun denetimsizliğin de ötesinde suça dâhil olmayı bile içerebildiğini söyleyebiliriz.
Basına malzeme olun çocuklar!
Büyük medyamız, Vakit gazetesi yazarının bir kız çocuğu taciz ettiği iddiasını biraz da rövanşist duygularla çarşaf çarşaf yayınlarken, bir gün de olsa çocuk işçilerle ilgili gerçeği aynı şiddetle manşete taşımadı. Ne de olsa “İslamcı” diye nitelenen basın da benzer bir durumda aynısını yapacaktı. Örneklerini her iki tarafta da sık sık gördüğümüz üzere katil “ dindar olmayıp rakı içecekti” veya “imam hatipli çıkacaktı.” Haber dilinin ideolojisi yine bu ülkenin gerçeklerinin önüne geçecekti. Yine o öyle bir ideolojiydi ki, 1 Mayıs olaylarını bile Ergenekon terör örgütüne bağlayabilirdi.
İnanın çocuklar!
Çocuk işçiler konusunda durum bu. Hatırlayacak olursak Nazım Hikmet söz konusu şiirini tüm olumsuzlukları sıraladıktan sonra “inanın güzel günler göreceğiz çocuklar” diye bitirir. Tam da şimdi o dizedeki “inanın” sözcüğüne dikkat kesilmek gerek. Oradaki inancın neye dönüştüğünü görmek gerek. Zira bugünlerde birileri yine çocuklara “inanmayı” telkin ediyor. Cemaat yurtlarına veya sadaka sistemine gir ve kurtul diyor. Bu sisteme dâhil olmazsan aç kalırsın diye ekliyor. Allah Sağlık Para Afiyet Versin Amin (ASPAVA)’den ibaret sosyal güvenlik politikası, en çok çocukları etkiliyor. Onlara, sahip çıkacak sol bir iktidar, muhalefet veya bağımsız sol bir hareket olmayınca çocuklar ister istemez kendilerine “inanmayı” telkin edenlere gidiyor. Çocuklar inanıyor, inanıyor çocuklar, güzel günlere cennette ulaşacaklar…
AKP'nin Sosyal Güvenlik Politikası: ASPAVA
3 Nisan 2008 tarihinde Yeni Söz'de
1 Nisan’da çalışanlar alanlardaydı, daha da yoğun bir katılımla 6 Nisan’da da öyle olacaklar. Emeklilik yaşının yükseltilmesine, emekli maaşlarının düşürülmesine, sağlık hakkının kısıtlanmasına, sağlık ve eğitim hizmetlerinin özelleştirmesine hayır diyecekler. Hükümetin bazı maddeleri rötuşlayarak sağladığı uzlaşma ilüzyonunu kırmaya çalışacaklar. Dili ve amacı sorunlu olan ve geniş halk kitlelerinde somut bir açılım uyandırmayan Cumhuriyet Mitinglerindense, emekçilerin uyanışını hızlandıracak ve AKP’yi asıl yıpratacak şey olan bu mitingleri fazlasıyla önemsemek gerek.
Allah Sağlık Para Afiyet Versin Amin
ASPAVA’yı çoğu kişi bilir. Kimilerine göre Allah Sağlık Para Aşk Versin Amin, kimilerine göre ise Aşk’ın yerine afiyet veren bir kısaltma. Ümit Deniz’in1950’lerde ünlü olan polisiye romanlarındaki Murat Davman karakterinin repliğinden gelen bu kısaltma, genellikle kebapçı ya da bakkal ismi olarak kullanıldığı için aşk kısmının zamanla afiyete dönüşmesi şaşırtıcı değil. Üstelik bu haliyle AKP’nin politikalarına da uyuyor.
Neden ASPAVA?
İktidara geldiğinden bu yana istikrarlı bir şekilde neo-liberal politikaları dayatan AKP’nin bu tavrına istikrar diyenler oldu. İstikrar ilüzyonu kimi çevrelerde öyle kabul gördü ki, AKP’nin seçim kampanyasının bile kilit lafı oldu. Peki bu istikrarın sonuçları ne olacaktı? Bu istikrarın sonuçları işte yavaş yavaş etkisini gösteriyor; AKP’nin gerçek yüzü ortaya çıkıyor. Sosyal devleti hızla budayan AKP’nin bunun yerine koyduğu şey; ASPAVA oldu. Bu neo-liberalizmin bize özgü bir sunumuydu.
Devletten bekleme Allah verir!
Saf neo-liberalizmi dünyanın hiçbiryerinde bir formüle bağlamadan sunamazsınız. Türkiye’deki formül İslamcılık. Sosyal devletin yerine sadaka sisteminin konulması da bunun bir sonucu. Sağlığı ve parayı devletten beklemeyin, Allah verir demeye geliyor bu. Allah verir beklentisi de “sadaka” boyutlarında kimi dernek ve kuruluşlarca sağlanıyor. Bu dernek ve kuruluşların nasıl finanse edildiği aşikar.
AB’de sessiz Türk-İş de!
Türkiye çalışma haklarıyla ilgili olarak AB standartlarının çok çok gerisinde. Buna karşılık AB ihale yasası ya da kapatma davasında gösterdiği hassasiyeti Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası yasa tasarısında göstermiş değil. Diğer yandan Türk-İş de ne meydanlarda ne de aktif mücadelenin içinde görülebiliyor. Anlaşılan onlar da bu sessizlikle ASPAVA’yı onaylıyor.
İşçisi, kamu çalışanı, esnafı, çiftçisi, emeklisi, yaşlısı, genci, ev kadını, öğrencisi 6 Nisan 2008 Pazar günü saat 14:00’te Kadıköy’de mitingte olacaklar. Bu miting ve benzerleri hem AKP’yi gerçekçi bir yerden yıpratmak, hem de bu yazının ana fikri olan ASPAVA’yı kırmak için büyük fırsat olacak. Diyorum ki, hazır Hatırla Sevgili dizisiyle bir şeyler yalan yanlış da olsa hatırlanmışken, kapatma davasıyla değişen gündemi yeniden lehimize çevirme fırsatı doğmuşken meydanlara çıkmak gerek. Meydanlar yeni bir dil kurmak, yeni sözler söylemek için en doğru yerler. AKP’yi zayıflatacak gerçekler ancak oralarda meydana çıkabilir. O halde bize dayatılan ASPAVA’yı AKP Sadaka Politikanla Ahımızı Vahımızı Alırsın’a çevirmek, taleplerimizi meydanlarda haykırmak gerek.
1 Nisan’da çalışanlar alanlardaydı, daha da yoğun bir katılımla 6 Nisan’da da öyle olacaklar. Emeklilik yaşının yükseltilmesine, emekli maaşlarının düşürülmesine, sağlık hakkının kısıtlanmasına, sağlık ve eğitim hizmetlerinin özelleştirmesine hayır diyecekler. Hükümetin bazı maddeleri rötuşlayarak sağladığı uzlaşma ilüzyonunu kırmaya çalışacaklar. Dili ve amacı sorunlu olan ve geniş halk kitlelerinde somut bir açılım uyandırmayan Cumhuriyet Mitinglerindense, emekçilerin uyanışını hızlandıracak ve AKP’yi asıl yıpratacak şey olan bu mitingleri fazlasıyla önemsemek gerek.
Allah Sağlık Para Afiyet Versin Amin
ASPAVA’yı çoğu kişi bilir. Kimilerine göre Allah Sağlık Para Aşk Versin Amin, kimilerine göre ise Aşk’ın yerine afiyet veren bir kısaltma. Ümit Deniz’in1950’lerde ünlü olan polisiye romanlarındaki Murat Davman karakterinin repliğinden gelen bu kısaltma, genellikle kebapçı ya da bakkal ismi olarak kullanıldığı için aşk kısmının zamanla afiyete dönüşmesi şaşırtıcı değil. Üstelik bu haliyle AKP’nin politikalarına da uyuyor.
Neden ASPAVA?
İktidara geldiğinden bu yana istikrarlı bir şekilde neo-liberal politikaları dayatan AKP’nin bu tavrına istikrar diyenler oldu. İstikrar ilüzyonu kimi çevrelerde öyle kabul gördü ki, AKP’nin seçim kampanyasının bile kilit lafı oldu. Peki bu istikrarın sonuçları ne olacaktı? Bu istikrarın sonuçları işte yavaş yavaş etkisini gösteriyor; AKP’nin gerçek yüzü ortaya çıkıyor. Sosyal devleti hızla budayan AKP’nin bunun yerine koyduğu şey; ASPAVA oldu. Bu neo-liberalizmin bize özgü bir sunumuydu.
Devletten bekleme Allah verir!
Saf neo-liberalizmi dünyanın hiçbiryerinde bir formüle bağlamadan sunamazsınız. Türkiye’deki formül İslamcılık. Sosyal devletin yerine sadaka sisteminin konulması da bunun bir sonucu. Sağlığı ve parayı devletten beklemeyin, Allah verir demeye geliyor bu. Allah verir beklentisi de “sadaka” boyutlarında kimi dernek ve kuruluşlarca sağlanıyor. Bu dernek ve kuruluşların nasıl finanse edildiği aşikar.
AB’de sessiz Türk-İş de!
Türkiye çalışma haklarıyla ilgili olarak AB standartlarının çok çok gerisinde. Buna karşılık AB ihale yasası ya da kapatma davasında gösterdiği hassasiyeti Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası yasa tasarısında göstermiş değil. Diğer yandan Türk-İş de ne meydanlarda ne de aktif mücadelenin içinde görülebiliyor. Anlaşılan onlar da bu sessizlikle ASPAVA’yı onaylıyor.
İşçisi, kamu çalışanı, esnafı, çiftçisi, emeklisi, yaşlısı, genci, ev kadını, öğrencisi 6 Nisan 2008 Pazar günü saat 14:00’te Kadıköy’de mitingte olacaklar. Bu miting ve benzerleri hem AKP’yi gerçekçi bir yerden yıpratmak, hem de bu yazının ana fikri olan ASPAVA’yı kırmak için büyük fırsat olacak. Diyorum ki, hazır Hatırla Sevgili dizisiyle bir şeyler yalan yanlış da olsa hatırlanmışken, kapatma davasıyla değişen gündemi yeniden lehimize çevirme fırsatı doğmuşken meydanlara çıkmak gerek. Meydanlar yeni bir dil kurmak, yeni sözler söylemek için en doğru yerler. AKP’yi zayıflatacak gerçekler ancak oralarda meydana çıkabilir. O halde bize dayatılan ASPAVA’yı AKP Sadaka Politikanla Ahımızı Vahımızı Alırsın’a çevirmek, taleplerimizi meydanlarda haykırmak gerek.
Etiketler:
AKP,
Sosyal Güvenlik,
Yeni Söz Yazıları
Gemilerde kıyım var!
27 Mart 2008'de Yeni Söz'de yayınlanan yazım.
"Günlük yevmiyem 35 lira. Yaptığım iş taşlama; kaynakların üzerinden saçakları alıyoruz. Sabah 8’de başlıyorum işe, akşam 5’te normal mesayim bitiyor. Yemeğe gidiyorum. Gece saat 10’da bir daha mesaiye başlıyorum, sabah 6’ya kadar.”
Ahmet Yıldız (Tersane İşçisi)
Yukarıdaki sözleri Express dergisinin arka kapağından okuduğumda “kapatma davası” tartışmaları çoktan başlamıştı. Tuzla Tersaneleri’nde yaşanan dram, birkaç basmakalıp açıklamayla gündemden çekilivermişti. Hatta aynı zamanda tersane sahibi bir aileye mensup MHP Milletvekili Durmuşali Torlak, tersanelerdeki işçi ölümlerinin Japonya ile aynı olduğunu, Malezya’dan Tavyan’dan, Çin’den daha düşük olduğunu bir böbürlenme meselesi bile yapmıştı. Müjdeler olsun ki, işçi ölümleri liginde iyi bir pozisyondaydık. Hoş, bu istatistiki verinin hayali olduğu da iddia edildi. Ama olsundu, nasılsa bu meclis kürsüsünden söylenen ilk yalan olmayacaktı.
Cebren ve hile ile...
Atatürk, Gençliğe Hitabesi’nde “cebren ve hile ile aziz vatanın bütün tersanelerine girilmiş” olabileceğini bir ihtimal olarak sıralar. “Millet Fakr-ü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir” diye de belirtir. Sadece son yedi ayda 18 kişi ölse de, şükürler olsun ki, tersanelerimizde durum bu halde değil. Zira yabancı sermayenin olmadığı bir sektörle karşı karşıyayız. Kazaların sebebi olarak gösterecek bir yabancı yok. Ancak milletin fakr-ü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olduğu açık. Tersanelerimizde cebren ve hile ile bir oyunun sürdüğünü de rahatlıkla görebiliyoruz.
Nasıl bir oyun?
Tuzla’daki tersanelerde asıl işin yerini almış taşeronluk sistemi, emek örgütlenmesini parçalayan bir faktör. Üretimin %95’ini gerçekleştiren taşeron işçilerinin sendikası LİMTER-İŞ çalışma bakanlığı tarafından “yetkisiz sendika” ilan edilmiş. Buna karşılık küçük orandaki kadrolu işçilerin üye olduğu DOK Gemi-İş ise yetkili sendika. Yetkili sendika DOK Gemi-İş’in, iş kazalarıyla ilgili hiçbir eylem ve açıklamasının olmaması da rengini belli ediyor zaten. Bu da şu anlama geliyor; kadrolu işçiler yaşamın da kadrolu üyeleri, ama ölümleri birilerine taşere edebiliriz pekâlâ.
Sermaye babaları Recep diye ağlaşır!
Bu yazının konusu, elbette kapatma davası değil. Tam aksine davanın değiştirdiği gündemin bir eleştirisi. Dolayısıyla kapatma davasının bir yorumunu yapmayacağım. Ancak dava AKP’nin imdadına öyle bir zamanda yetişti ki, Ne 14 Mart’taki iş durdurma eylemi, ne çalışan kesimlerin uyanışı, ne de ekonomik kriz beklentisi konuşulmaz oldu. Bir kesim demokrasi muhafızı kesilip “Recep” diye ağlaşırken, diğer bir kesim AKP’den kurtulmanın onu kapattırmaktan geçtiğine inanacak kadar çaresiz. Özgür Mumcu’nun belirttiği gibi bu memlekette bir iş daha karakolda bitiyor. Zaten türkümüz de “Hani benim Recebim, recebim sarı lira vereceğim, almazsan karakola gideceğim” diye bitiyor. Sarı liraları birileri alsa da, karakolda dayağı yiyen yine tersane işçileri oluyor. Limter İş Başkanı Cem Dinç, yine Express dergisinde “grev günü yaklaşık 200 kişiydik, polis direkt saldırdı, 15 arkadaşımız yaralandı” diye bu savımızı destekliyor.
Ne talihsiz işçim var
Türküdeki gemilerde talim olsa da, bizim gemilerimizde kıyım var. Hem de öyle gizli saklı değil, göz göre göre yaşanıyor. Arada bir nasılsa gündeme geliyor. Ama hemen onu örtecek yeni bir gündem beliriveriyor. Onun için türkünün aksine bizim Recebimiz talihli. Ya bir kapatma davası, ya bir Kuzey Irak seferi onun imdadına yetişiverir. Recep diye ağlaşacak birileri illa ki, bulunur. Günde 17 saat çalışıp 35 lira yevmiyeyle her an ölümle burun buruna olan İşçi Ahmet’e ağlayan ise zor bulunur.
Ümit Alan
"Günlük yevmiyem 35 lira. Yaptığım iş taşlama; kaynakların üzerinden saçakları alıyoruz. Sabah 8’de başlıyorum işe, akşam 5’te normal mesayim bitiyor. Yemeğe gidiyorum. Gece saat 10’da bir daha mesaiye başlıyorum, sabah 6’ya kadar.”
Ahmet Yıldız (Tersane İşçisi)
Yukarıdaki sözleri Express dergisinin arka kapağından okuduğumda “kapatma davası” tartışmaları çoktan başlamıştı. Tuzla Tersaneleri’nde yaşanan dram, birkaç basmakalıp açıklamayla gündemden çekilivermişti. Hatta aynı zamanda tersane sahibi bir aileye mensup MHP Milletvekili Durmuşali Torlak, tersanelerdeki işçi ölümlerinin Japonya ile aynı olduğunu, Malezya’dan Tavyan’dan, Çin’den daha düşük olduğunu bir böbürlenme meselesi bile yapmıştı. Müjdeler olsun ki, işçi ölümleri liginde iyi bir pozisyondaydık. Hoş, bu istatistiki verinin hayali olduğu da iddia edildi. Ama olsundu, nasılsa bu meclis kürsüsünden söylenen ilk yalan olmayacaktı.
Cebren ve hile ile...
Atatürk, Gençliğe Hitabesi’nde “cebren ve hile ile aziz vatanın bütün tersanelerine girilmiş” olabileceğini bir ihtimal olarak sıralar. “Millet Fakr-ü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir” diye de belirtir. Sadece son yedi ayda 18 kişi ölse de, şükürler olsun ki, tersanelerimizde durum bu halde değil. Zira yabancı sermayenin olmadığı bir sektörle karşı karşıyayız. Kazaların sebebi olarak gösterecek bir yabancı yok. Ancak milletin fakr-ü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olduğu açık. Tersanelerimizde cebren ve hile ile bir oyunun sürdüğünü de rahatlıkla görebiliyoruz.
Nasıl bir oyun?
Tuzla’daki tersanelerde asıl işin yerini almış taşeronluk sistemi, emek örgütlenmesini parçalayan bir faktör. Üretimin %95’ini gerçekleştiren taşeron işçilerinin sendikası LİMTER-İŞ çalışma bakanlığı tarafından “yetkisiz sendika” ilan edilmiş. Buna karşılık küçük orandaki kadrolu işçilerin üye olduğu DOK Gemi-İş ise yetkili sendika. Yetkili sendika DOK Gemi-İş’in, iş kazalarıyla ilgili hiçbir eylem ve açıklamasının olmaması da rengini belli ediyor zaten. Bu da şu anlama geliyor; kadrolu işçiler yaşamın da kadrolu üyeleri, ama ölümleri birilerine taşere edebiliriz pekâlâ.
Sermaye babaları Recep diye ağlaşır!
Bu yazının konusu, elbette kapatma davası değil. Tam aksine davanın değiştirdiği gündemin bir eleştirisi. Dolayısıyla kapatma davasının bir yorumunu yapmayacağım. Ancak dava AKP’nin imdadına öyle bir zamanda yetişti ki, Ne 14 Mart’taki iş durdurma eylemi, ne çalışan kesimlerin uyanışı, ne de ekonomik kriz beklentisi konuşulmaz oldu. Bir kesim demokrasi muhafızı kesilip “Recep” diye ağlaşırken, diğer bir kesim AKP’den kurtulmanın onu kapattırmaktan geçtiğine inanacak kadar çaresiz. Özgür Mumcu’nun belirttiği gibi bu memlekette bir iş daha karakolda bitiyor. Zaten türkümüz de “Hani benim Recebim, recebim sarı lira vereceğim, almazsan karakola gideceğim” diye bitiyor. Sarı liraları birileri alsa da, karakolda dayağı yiyen yine tersane işçileri oluyor. Limter İş Başkanı Cem Dinç, yine Express dergisinde “grev günü yaklaşık 200 kişiydik, polis direkt saldırdı, 15 arkadaşımız yaralandı” diye bu savımızı destekliyor.
Ne talihsiz işçim var
Türküdeki gemilerde talim olsa da, bizim gemilerimizde kıyım var. Hem de öyle gizli saklı değil, göz göre göre yaşanıyor. Arada bir nasılsa gündeme geliyor. Ama hemen onu örtecek yeni bir gündem beliriveriyor. Onun için türkünün aksine bizim Recebimiz talihli. Ya bir kapatma davası, ya bir Kuzey Irak seferi onun imdadına yetişiverir. Recep diye ağlaşacak birileri illa ki, bulunur. Günde 17 saat çalışıp 35 lira yevmiyeyle her an ölümle burun buruna olan İşçi Ahmet’e ağlayan ise zor bulunur.
Ümit Alan
Etiketler:
Tuzla,
Tuzla Tersanaleri,
Yeni Söz Yazıları
Yalnızız, yeni bir dil olacak yalnızlığımız
23 Şubat 2008'den itibaren Yeni Söz'de yayınlanan yazım.
"Biliyorsun bizim her türlü yalnızlığımız
Yeni bir dil olacak yarın.” Edip Cansever
İnsan yeni bir söz söylerken kendini yalnız hisseder ilkin. Hele ki, söz kalabalıkların aksineyse iyice umutsuzluğa düşer. Aslında bu umutsuzlukta söz gümüşse sükut altındır diyen atasözünün aksine altını değil, gümüşü tercih etmenin soyluluğu vardır. Söylenmemiş aşkın güzelliğiyledir diyen Dranas’la da, “ancak söylenmemiş aşklar aşktır” diyen William Blake’le de ayrı düşmenin ağırlığı vardır. Bazen aşk da sözler de söylenmelidir. Şimdi “dağılmış pazar yerlerine benzerken memleket” bir sözle, belki de sadece “domates, biber, patlıcan” demekle bile insanların dönüp bakmasının sağlanacağını anlama zamanıdır.
En çok bağıranın haklı sayıldığı dünyada iki sözün arasında kalmaksa en kötüsüdür. Hiçbir söze kendini ait hissetmemek yani. Tıpkı bizim şimdi durduğumuz yer gibi.
Endişelenmeyin, moda olduğu üzere ‘kaç kişi” olduğumuzu soracak değilim. Çünkü biliyorum ki azız, yalnızız. Ama girişte alıntıladığım Edip Cansever dizesinde olduğu gibi yeni bir dil olabilir yalnızlığımız.
Nasıl mı?
Oğuz Atay, günlüğünün bir yerinde bizim trajedimize dair şunları yazıyor;
“Öyle bir yarım yamalaklığımız var ki, bizim dramımız, trajedimiz, akıl almaz bir biçimde gelişiyor. Ayrıca bir trajedinin içinde olduğumuzun farkında bile değiliz. çok güzel yaşayıp gittiğimizi sanıyoruz. İktidardaki adamlar da, bu sanıyı bütün millet adına dile getiriyorlar. birkaç aydın dışında bunu anlayan yok gibi. O aydınlar da, sosyal bir takım sözler ediyorlar. Psikolojik yönü boşlukta kalıyor bu meselenin. İnsanlarımız bu kötü yaşantıyı dile getirmenin, 'muhalafet yapmak sanıyorlar. yapanlar bile, 'muhalafet yaptıklarını sanıyorlar bir bakıma.”
Muhalafet sadece olanı anlatmak mıdır?
Bana kalırsa Oğuz Atay’ın paragrafındaki en vurucu cümle “insanlarımız bu kötü yaşantıyı dile getirmenin, ‘muhalefet yapmak olduğunu sanıyorlar, yapanlar bile muhalefet yapmak sanıyorlar bir bakıma” cümlesi. Yeni sözü eskisinden ayıran belki de bu olmalı. Kötü yaşantıyı dile getirmekten fazlası. Kalabalıklarla konuşulacak dilin ne olacağının tartışması.
Artık şunu öğrendik ki, bu siyaset biçimiyle, mevcut dille bir şeyler yapmak olanaksız. İnsanlar aç yatarken, tersanelerde ölürken, dersanelerde sürünürken, yoksulken, evsizken, güvencesizken onlara içi boş sözlerle gitmenin fayda etmediğini hep birlikte gördük.
Sağdan da soldan da saysan aynı!
Başörtülü bir kadını meydana çıkarıp başını açtırarak kaç kişi olduğunu sınamanın aynı topluluğu sürekli içtima etmek olduğunu biz biliyoruz. Ya o kalabalığın içinde sadece yeni bir söz olduğunu bilmeden duranlar. Ya da tam tersi sırf bir aidiyet ihtiyacıyla ülkü ocağına yahut tarikat sohbetine giren çocuklar. Sözümüzü onlarla paylaşmanın yolu var mıdır?
Yeni sözler için yeni bir dil
Buradan bakıldığında Yeni Söz hızlandırılmış bir dil kursu olmalı. Evet aradığımız şey yeni bir söz… Düşündüğümüz şeyleri rafine etmenin vakti şimdi. Ama yeni bir söz için yeni bir dil lazım… Bu da bizim yalnızlığımızda saklı. Yalnızlığımızı çoğalta, çoğalta paylaşmakta saklı. Sıkılmadan, gücenmeden, küçümsemeden sözlerimizi her yerde dillendirmekte saklı. Venezuella’da makarna paketinin üzerine bile devrimi anlatan güçlü sözler yazdıracak inançta saklı.
Basit bir internet kullanıcısı olarak ben Yeni Söz’ü tüm bu travmatik hallere karşılık durup sakince ve her şeye rağmen sözünü söyleyen bir yer olarak gördüm. Çünkü; sükut altınsa bile yastığın altındaki altının kimseye faydası yok. Varsın gümüş olsun sözümüz ama her yerde dillensin, harcansın, ama yeter ki, ağızdan ağıza, kulaktan kulağa geçsin, çoğalsın. Çünkü yalnızlığımızdan başka hiçbir silahımız yok bizim, ondan bir dil yaratmamız lazım.
"Biliyorsun bizim her türlü yalnızlığımız
Yeni bir dil olacak yarın.” Edip Cansever
İnsan yeni bir söz söylerken kendini yalnız hisseder ilkin. Hele ki, söz kalabalıkların aksineyse iyice umutsuzluğa düşer. Aslında bu umutsuzlukta söz gümüşse sükut altındır diyen atasözünün aksine altını değil, gümüşü tercih etmenin soyluluğu vardır. Söylenmemiş aşkın güzelliğiyledir diyen Dranas’la da, “ancak söylenmemiş aşklar aşktır” diyen William Blake’le de ayrı düşmenin ağırlığı vardır. Bazen aşk da sözler de söylenmelidir. Şimdi “dağılmış pazar yerlerine benzerken memleket” bir sözle, belki de sadece “domates, biber, patlıcan” demekle bile insanların dönüp bakmasının sağlanacağını anlama zamanıdır.
En çok bağıranın haklı sayıldığı dünyada iki sözün arasında kalmaksa en kötüsüdür. Hiçbir söze kendini ait hissetmemek yani. Tıpkı bizim şimdi durduğumuz yer gibi.
Endişelenmeyin, moda olduğu üzere ‘kaç kişi” olduğumuzu soracak değilim. Çünkü biliyorum ki azız, yalnızız. Ama girişte alıntıladığım Edip Cansever dizesinde olduğu gibi yeni bir dil olabilir yalnızlığımız.
Nasıl mı?
Oğuz Atay, günlüğünün bir yerinde bizim trajedimize dair şunları yazıyor;
“Öyle bir yarım yamalaklığımız var ki, bizim dramımız, trajedimiz, akıl almaz bir biçimde gelişiyor. Ayrıca bir trajedinin içinde olduğumuzun farkında bile değiliz. çok güzel yaşayıp gittiğimizi sanıyoruz. İktidardaki adamlar da, bu sanıyı bütün millet adına dile getiriyorlar. birkaç aydın dışında bunu anlayan yok gibi. O aydınlar da, sosyal bir takım sözler ediyorlar. Psikolojik yönü boşlukta kalıyor bu meselenin. İnsanlarımız bu kötü yaşantıyı dile getirmenin, 'muhalafet yapmak sanıyorlar. yapanlar bile, 'muhalafet yaptıklarını sanıyorlar bir bakıma.”
Muhalafet sadece olanı anlatmak mıdır?
Bana kalırsa Oğuz Atay’ın paragrafındaki en vurucu cümle “insanlarımız bu kötü yaşantıyı dile getirmenin, ‘muhalefet yapmak olduğunu sanıyorlar, yapanlar bile muhalefet yapmak sanıyorlar bir bakıma” cümlesi. Yeni sözü eskisinden ayıran belki de bu olmalı. Kötü yaşantıyı dile getirmekten fazlası. Kalabalıklarla konuşulacak dilin ne olacağının tartışması.
Artık şunu öğrendik ki, bu siyaset biçimiyle, mevcut dille bir şeyler yapmak olanaksız. İnsanlar aç yatarken, tersanelerde ölürken, dersanelerde sürünürken, yoksulken, evsizken, güvencesizken onlara içi boş sözlerle gitmenin fayda etmediğini hep birlikte gördük.
Sağdan da soldan da saysan aynı!
Başörtülü bir kadını meydana çıkarıp başını açtırarak kaç kişi olduğunu sınamanın aynı topluluğu sürekli içtima etmek olduğunu biz biliyoruz. Ya o kalabalığın içinde sadece yeni bir söz olduğunu bilmeden duranlar. Ya da tam tersi sırf bir aidiyet ihtiyacıyla ülkü ocağına yahut tarikat sohbetine giren çocuklar. Sözümüzü onlarla paylaşmanın yolu var mıdır?
Yeni sözler için yeni bir dil
Buradan bakıldığında Yeni Söz hızlandırılmış bir dil kursu olmalı. Evet aradığımız şey yeni bir söz… Düşündüğümüz şeyleri rafine etmenin vakti şimdi. Ama yeni bir söz için yeni bir dil lazım… Bu da bizim yalnızlığımızda saklı. Yalnızlığımızı çoğalta, çoğalta paylaşmakta saklı. Sıkılmadan, gücenmeden, küçümsemeden sözlerimizi her yerde dillendirmekte saklı. Venezuella’da makarna paketinin üzerine bile devrimi anlatan güçlü sözler yazdıracak inançta saklı.
Basit bir internet kullanıcısı olarak ben Yeni Söz’ü tüm bu travmatik hallere karşılık durup sakince ve her şeye rağmen sözünü söyleyen bir yer olarak gördüm. Çünkü; sükut altınsa bile yastığın altındaki altının kimseye faydası yok. Varsın gümüş olsun sözümüz ama her yerde dillensin, harcansın, ama yeter ki, ağızdan ağıza, kulaktan kulağa geçsin, çoğalsın. Çünkü yalnızlığımızdan başka hiçbir silahımız yok bizim, ondan bir dil yaratmamız lazım.
"Biliyorsun bizim her türlü yalnızlığımız
Yeni bir dil olacak yarın.” Edip Cansever
İnsan yeni bir söz söylerken kendini yalnız hisseder ilkin. Hele ki, söz kalabalıkların aksineyse iyice umutsuzluğa düşer. Aslında bu umutsuzlukta söz gümüşse sükut altındır diyen atasözünün aksine altını değil, gümüşü tercih etmenin soyluluğu vardır. Söylenmemiş aşkın güzelliğiyledir diyen Dranas’la da, “ancak söylenmemiş aşklar aşktır” diyen William Blake’le de ayrı düşmenin ağırlığı vardır. Bazen aşk da sözler de söylenmelidir. Şimdi “dağılmış pazar yerlerine benzerken memleket” bir sözle, belki de sadece “domates, biber, patlıcan” demekle bile insanların dönüp bakmasının sağlanacağını anlama zamanıdır.
En çok bağıranın haklı sayıldığı dünyada iki sözün arasında kalmaksa en kötüsüdür. Hiçbir söze kendini ait hissetmemek yani. Tıpkı bizim şimdi durduğumuz yer gibi.
Endişelenmeyin, moda olduğu üzere ‘kaç kişi” olduğumuzu soracak değilim. Çünkü biliyorum ki azız, yalnızız. Ama girişte alıntıladığım Edip Cansever dizesinde olduğu gibi yeni bir dil olabilir yalnızlığımız.
Nasıl mı?
Oğuz Atay, günlüğünün bir yerinde bizim trajedimize dair şunları yazıyor;
“Öyle bir yarım yamalaklığımız var ki, bizim dramımız, trajedimiz, akıl almaz bir biçimde gelişiyor. Ayrıca bir trajedinin içinde olduğumuzun farkında bile değiliz. çok güzel yaşayıp gittiğimizi sanıyoruz. İktidardaki adamlar da, bu sanıyı bütün millet adına dile getiriyorlar. birkaç aydın dışında bunu anlayan yok gibi. O aydınlar da, sosyal bir takım sözler ediyorlar. Psikolojik yönü boşlukta kalıyor bu meselenin. İnsanlarımız bu kötü yaşantıyı dile getirmenin, 'muhalafet yapmak sanıyorlar. yapanlar bile, 'muhalafet yaptıklarını sanıyorlar bir bakıma.”
Muhalafet sadece olanı anlatmak mıdır?
Bana kalırsa Oğuz Atay’ın paragrafındaki en vurucu cümle “insanlarımız bu kötü yaşantıyı dile getirmenin, ‘muhalefet yapmak olduğunu sanıyorlar, yapanlar bile muhalefet yapmak sanıyorlar bir bakıma” cümlesi. Yeni sözü eskisinden ayıran belki de bu olmalı. Kötü yaşantıyı dile getirmekten fazlası. Kalabalıklarla konuşulacak dilin ne olacağının tartışması.
Artık şunu öğrendik ki, bu siyaset biçimiyle, mevcut dille bir şeyler yapmak olanaksız. İnsanlar aç yatarken, tersanelerde ölürken, dersanelerde sürünürken, yoksulken, evsizken, güvencesizken onlara içi boş sözlerle gitmenin fayda etmediğini hep birlikte gördük.
Sağdan da soldan da saysan aynı!
Başörtülü bir kadını meydana çıkarıp başını açtırarak kaç kişi olduğunu sınamanın aynı topluluğu sürekli içtima etmek olduğunu biz biliyoruz. Ya o kalabalığın içinde sadece yeni bir söz olduğunu bilmeden duranlar. Ya da tam tersi sırf bir aidiyet ihtiyacıyla ülkü ocağına yahut tarikat sohbetine giren çocuklar. Sözümüzü onlarla paylaşmanın yolu var mıdır?
Yeni sözler için yeni bir dil
Buradan bakıldığında Yeni Söz hızlandırılmış bir dil kursu olmalı. Evet aradığımız şey yeni bir söz… Düşündüğümüz şeyleri rafine etmenin vakti şimdi. Ama yeni bir söz için yeni bir dil lazım… Bu da bizim yalnızlığımızda saklı. Yalnızlığımızı çoğalta, çoğalta paylaşmakta saklı. Sıkılmadan, gücenmeden, küçümsemeden sözlerimizi her yerde dillendirmekte saklı. Venezuella’da makarna paketinin üzerine bile devrimi anlatan güçlü sözler yazdıracak inançta saklı.
Basit bir internet kullanıcısı olarak ben Yeni Söz’ü tüm bu travmatik hallere karşılık durup sakince ve her şeye rağmen sözünü söyleyen bir yer olarak gördüm. Çünkü; sükut altınsa bile yastığın altındaki altının kimseye faydası yok. Varsın gümüş olsun sözümüz ama her yerde dillensin, harcansın, ama yeter ki, ağızdan ağıza, kulaktan kulağa geçsin, çoğalsın. Çünkü yalnızlığımızdan başka hiçbir silahımız yok bizim, ondan bir dil yaratmamız lazım.
"Biliyorsun bizim her türlü yalnızlığımız
Yeni bir dil olacak yarın.” Edip Cansever
İnsan yeni bir söz söylerken kendini yalnız hisseder ilkin. Hele ki, söz kalabalıkların aksineyse iyice umutsuzluğa düşer. Aslında bu umutsuzlukta söz gümüşse sükut altındır diyen atasözünün aksine altını değil, gümüşü tercih etmenin soyluluğu vardır. Söylenmemiş aşkın güzelliğiyledir diyen Dranas’la da, “ancak söylenmemiş aşklar aşktır” diyen William Blake’le de ayrı düşmenin ağırlığı vardır. Bazen aşk da sözler de söylenmelidir. Şimdi “dağılmış pazar yerlerine benzerken memleket” bir sözle, belki de sadece “domates, biber, patlıcan” demekle bile insanların dönüp bakmasının sağlanacağını anlama zamanıdır.
En çok bağıranın haklı sayıldığı dünyada iki sözün arasında kalmaksa en kötüsüdür. Hiçbir söze kendini ait hissetmemek yani. Tıpkı bizim şimdi durduğumuz yer gibi.
Endişelenmeyin, moda olduğu üzere ‘kaç kişi” olduğumuzu soracak değilim. Çünkü biliyorum ki azız, yalnızız. Ama girişte alıntıladığım Edip Cansever dizesinde olduğu gibi yeni bir dil olabilir yalnızlığımız.
Nasıl mı?
Oğuz Atay, günlüğünün bir yerinde bizim trajedimize dair şunları yazıyor;
“Öyle bir yarım yamalaklığımız var ki, bizim dramımız, trajedimiz, akıl almaz bir biçimde gelişiyor. Ayrıca bir trajedinin içinde olduğumuzun farkında bile değiliz. çok güzel yaşayıp gittiğimizi sanıyoruz. İktidardaki adamlar da, bu sanıyı bütün millet adına dile getiriyorlar. birkaç aydın dışında bunu anlayan yok gibi. O aydınlar da, sosyal bir takım sözler ediyorlar. Psikolojik yönü boşlukta kalıyor bu meselenin. İnsanlarımız bu kötü yaşantıyı dile getirmenin, 'muhalafet yapmak sanıyorlar. yapanlar bile, 'muhalafet yaptıklarını sanıyorlar bir bakıma.”
Muhalafet sadece olanı anlatmak mıdır?
Bana kalırsa Oğuz Atay’ın paragrafındaki en vurucu cümle “insanlarımız bu kötü yaşantıyı dile getirmenin, ‘muhalefet yapmak olduğunu sanıyorlar, yapanlar bile muhalefet yapmak sanıyorlar bir bakıma” cümlesi. Yeni sözü eskisinden ayıran belki de bu olmalı. Kötü yaşantıyı dile getirmekten fazlası. Kalabalıklarla konuşulacak dilin ne olacağının tartışması.
Artık şunu öğrendik ki, bu siyaset biçimiyle, mevcut dille bir şeyler yapmak olanaksız. İnsanlar aç yatarken, tersanelerde ölürken, dersanelerde sürünürken, yoksulken, evsizken, güvencesizken onlara içi boş sözlerle gitmenin fayda etmediğini hep birlikte gördük.
Sağdan da soldan da saysan aynı!
Başörtülü bir kadını meydana çıkarıp başını açtırarak kaç kişi olduğunu sınamanın aynı topluluğu sürekli içtima etmek olduğunu biz biliyoruz. Ya o kalabalığın içinde sadece yeni bir söz olduğunu bilmeden duranlar. Ya da tam tersi sırf bir aidiyet ihtiyacıyla ülkü ocağına yahut tarikat sohbetine giren çocuklar. Sözümüzü onlarla paylaşmanın yolu var mıdır?
Yeni sözler için yeni bir dil
Buradan bakıldığında Yeni Söz hızlandırılmış bir dil kursu olmalı. Evet aradığımız şey yeni bir söz… Düşündüğümüz şeyleri rafine etmenin vakti şimdi. Ama yeni bir söz için yeni bir dil lazım… Bu da bizim yalnızlığımızda saklı. Yalnızlığımızı çoğalta, çoğalta paylaşmakta saklı. Sıkılmadan, gücenmeden, küçümsemeden sözlerimizi her yerde dillendirmekte saklı. Venezuella’da makarna paketinin üzerine bile devrimi anlatan güçlü sözler yazdıracak inançta saklı.
Basit bir internet kullanıcısı olarak ben Yeni Söz’ü tüm bu travmatik hallere karşılık durup sakince ve her şeye rağmen sözünü söyleyen bir yer olarak gördüm. Çünkü; sükut altınsa bile yastığın altındaki altının kimseye faydası yok. Varsın gümüş olsun sözümüz ama her yerde dillensin, harcansın, ama yeter ki, ağızdan ağıza, kulaktan kulağa geçsin, çoğalsın. Çünkü yalnızlığımızdan başka hiçbir silahımız yok bizim, ondan bir dil yaratmamız lazım.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Etiketler
Birgün Yazıları
(45)
Köşe Vuruşu
(45)
Yeni Söz Yazıları
(11)
Röportaj
(2)
Tuzla Tersanaleri
(2)
İşçi Ölümleri
(2)
AKP
(1)
Arundathi Roy
(1)
Can Dündar
(1)
Darbe
(1)
Ece Temelkuran
(1)
Edward Said
(1)
Ergenekon Operasyonu
(1)
Gazze
(1)
Mustafa
(1)
Mustafa Kemal Atatürk
(1)
Radikal Yazıları
(1)
S
(1)
Savaş
(1)
Sosyal Güvenlik
(1)
Tuzla
(1)
Ufuk Uras
(1)
belgesel
(1)
istanbul
(1)
işsizlik
(1)
kot taşlama
(1)
sermaye
(1)
sol
(1)
taşlanmış kota boykot
(1)
toplumsal paranoya
(1)
yoksulluk
(1)
Çocuk İşçiler
(1)
örgütlenme
(1)
üçüncü köprü
(1)
üçüncü köprü yerine yaşam platformu
(1)