iletişim

umit@umitalan.net
twitter.com/umitalan

Çarşamba, Aralık 30, 2009

KÖŞE YAZARLIĞI FUTBOLCULUĞA BENZER


BUGÜNKÜ BİRGÜN, KÖŞE VURUŞU YAZIM TASTAMAM AŞAĞIDA:

Spor yazarlığının efsane ismi İslam Çupi, 1990 yılına denk gelen yazarlığının otuzüçüncü eylülünde “Bizlerin Ölümü” başlıklı bir yazı yazar. Gazetecilerle futbolcuları birbirine benzetir ve şunları kaydeder; “gazeteci emeklileri ile futbolcu emeklileri, o çaresiz, o gitmeyen Eylül vücutlarının içine girince, yeşili gitmeyen bir ağaç gibi kururlar ve kırıla döküle yaşamlarındaki en son seslerini verirler.”

Çupi, dönemin yıldız gazetecileriyle futbolcularının sonunu birbirine benzetmiştir. Her dönemin yıldız futbolcuları olduğu gibi yıldız gazetecileri ya da köşe yazarları da oluyor elbette. Her dönem yeni birilerini parlatıyor, başka birilerini kenara atıyor vesaire. Çupi’nin bu benzetmesinden yola çıkarak köşe yazarlığıyla futbolculuğun başka benzer tarafları nelerdir diye kafa yordum bu hafta. Örneklerle inceleyelim.

DEFANS YAPMAK
Futbolda nasıl her oyuncu forvet hattında görev yapmıyor. Köşe yazarlığında da görev dağılımları var. Kimi yazarlara sadece defans yapmak düşebiliyor. Özellikle iktidara yakın yazarların böyle bir kaderi var. Köşe Vuruşu’nda daha önce Türkiye’nin hem sağ beki, hem sol beki olabilecek kadar yetenekli olduğunu yazdığım Akif Beki, ismiyle müsemma bir bek oyuncusu mesela. Daha önceden atakları basın sözcüsü olarak karşılayan Beki, şimdi Radikal gazetesinde köşe yazarı kimliğiyle karşılıyor. Yanına Sabah gazetesinden Emre Aköz ve Star’dan Şamil Tayyar’ı katar ve bu üçlü defansa lider oyuncu olarak yine Star’dan Mustafa Karaalioğlu’nu eklersek epey sağlam bir defans bloğuna ulaşabiliriz. Bu dörtlüye ağabey olarak ara ara Mehmet Barlas’ı da katarsak tadından yenmez olur.

TRİBÜNE OYNAMAK
Kimi futbolcular vardır ki, onlar için sonucun önemi yoktur. Doğru olanın ne olduğuyla da ilgilenmezler. Bir kaç şık veya agresif hareketle tribündeki çılgın kalabalığın desteğini sağlamayı daha çok önemserler. Köşe yazarlığında da işleyen bir formül bu. Özellikle halkın yazarı, halkın dilinden yazıyor dediğimiz yazarlar bu gruba alınabilir. Çılgın kalabalığın dilini, onlara herhangi bir şey katmadan yazıya tahvil eden Yılmaz Özdil, tam da böyle bir yazar. Kalabalıklar provoke olup sahaya inecekmiş, komşusuna düşman olacakmış falan hiç umursamaz. Yeri geldiğinde, insanların şivesiyle dalga geçen bir ergen kadar zalimleşebilir. Ama her halükarda alkışlayanı bol olduğu için aynen devam eder. Şu aralar tıpkı yıldız futbolcunun ortalama Anadolu takımlarına gitmesi gibi biraz gözden düşmüş gibi görünen Emin Çölaşan da tribüne oynayan köşe yazarının başka bir örneği olarak duruyor kenarda.

OYUN KURMAK
Nasıl oyun kurucu futbolcular varsa, gazetelerde de oyun kuran köşe yazarları var. Genel Yayın Yönetmenleri aynı zamanda köşe yazarlığı da yaptıkları için bu rolü üstleniyorlar çoğu kez. Ekşi Sözlükçülerin yakıştırmasıyla bir dönem “telefon çaldı arayan başbakandı” temalı yazılara imza atacak kadar iktidarla içli dışlı olan Ertuğrul Özkök, değil Hürriyet’in Türkiye’nin oyununu kuruyor gibiydi eskiden. Özkök, şu aralar iktidarla ilişkiler konusunda takımdan ayrı düz koşu modunda olsa da iktidar orta alandaki boşluğu alternatif isimlerle doldurdu bile. Bir Ekrem Dumanlı olsun, bir Mustafa Karaalioğlu olsun, bir Fehmi Koru olsun dönüşümlü olarak oyun kuruyorlar şimdi. Öznel bir değerlendirme isterseniz hiçbiri Ertuğrul Özkök kadar yıldızlaşmış değil henüz.

GOL ATMAK
Futbolun meyvesi gol derler. Köşe yazarlığındada golcüler, yıldızlar var. Nasıl yıldız olduğu ayrı mevzu ama Türkiye’nin en önemli hırçın forveti Hıncal Uluç bence. Futbolcu olarak da teknik direktör olarak da göz kamaştıran bir kariyere sahip olan Galatasaray Teknik Direktörü Frank Rijkaard’a “futbolu bilmiyor, çalışma izni iptal edilsin” diyebilecek kadar futbolu bilen bir adamı sahanın başka hiçbir yerine koyamazsanız. Kaleyi bulup bulmadığı umrunda olmadan habire şut çekip rahatlaması lazım Uluç’un. O gol atsın diye gerekirse kalecinin elini kolunu bağlayacak şakşakçısı bol nasılsa.

Gördüğünüz üzere, nasıl “futbol asla sadece futbol değilse,” köşe yazarlığı da asla sadece köşe yazarlığı değil. Sonuçta köşe yazarlığında da herkesin bir mevkii, bir rolü var. Her yazıyı, puan veya puanlar almak için gündeme sokuyorlar. Bir dönem yıldızlaştıktan sonra gözden düşüveriyorlar. İslam Çupi’nin yazdığı gibi, gazeteci emeklileri ve futbolcu emeklileri kendi yarattıkları o görkemli dünyadan çıkıp tek başınalığı tanıyacaklar elbet bir gün. Bugün işin hiç o tarafı olmayacakmış gibi tadını çıkarsalar da bu böyle, diyorum ve bu haftaki Köşe Vuruşu’nu kullanıyorum.

Çarşamba, Aralık 23, 2009

İNSANI 'HAYATA DÖNDÜREN' KÖŞE YAZARLARI



BUGÜNKÜ BİRGÜN YAZIM TASTAMAM AŞAĞIDA:

Köşe yazarı dediğiniz devlet gibidir bazen. Orantısız bir güçle de olsa kucaklar halkını. Hayata döndürür ve şefkat gösterir. 19 Aralık 2000 tarihinde devletimizin ironik bir şekilde adını ‘Hayata Dönüş’ Operasyonu olarak koyduğu operasyonun sonrasında da öyle olmuştu.

Geçtiğimiz cumartesi, operasyonun 9. Yıldönümüydü. Bugüne kadar medyanın operasyondaki devlet yanlısı tavrıyla ilgili yazılar okuduk. Bugün Hürriyet’te “demokrasi dersleri veren” Mehmet Y. Yılmaz’ın yönettiği Milliyet gazetesinin “Sahte oruç, kanlı iftar” başlığı, bu tavrı özetler. Peki dönemin köşe yazarları ne alemdeydi? Acaba köşe yazarlarımız, ‘hayata dönüş’e nasıl katkılar sağladı?

ERTUĞRUL ÖZKÖK
Operasyonun ertesi günü en ürpertici satırlar Ertuğrul Özkök’ün yazısında gizliydi. “Adalet Bakanı’nın insancıl bütün yolları denemediği söylenemez” diyerek 30’u tutuklu, 32 kişinin ölmesini neredeyse meşru kılıyordu. Ertesi gün ise, devletin çok önemli bir psikolojik adım attığını belirtiyordu. Özkök’ün insanın kanını donduran bu satırlarından sonra, devlet Allah için psikolojik bir adım atmış diyoruz, bir de fizyolojik adım atsaydı acaba kaç kişi ölürdü?

CÜNEYT ÜLSEVER
Operasyonda devlete desteğini en açık şekilde ifade eden yazarlardan biri de Cüneyt Ülsever’di. Bakınız insanların diri diri yakıldığı, çatıların delinip duvarların yıkıldığı operasyona desteğini nasıl ifade etmişti Ülsever: “Adalet Bakanlığı'nı, İçişleri Bakanlığı'nı, askeri güçleri bu operasyonda gösterdikleri dirayet, sevk ve idare becerisi ve fedakárlık nedeniyle hem kutluyor, hem de vatandaşa nihayet devletin varlığını hissettirdikleri için kendilerine teşekkür ediyorum.”

GÜNGÖR MENGİ
Operasyonun ardından aynı zamanda Sabah gazetesinin görüşünü de dillendiren Güngör Mengi, “Dün sabah girişilen harekât, Adalet Bakanı'nın dediği gibi "insan hayatını kurtarma operasyonu"dur.” diyerek önce devleti destekledi. Yazısının sonlarına doğru ise “devleti gecikmeden sorumlu tuttu.”

GÜNERİ CİVAOĞLU
Güneri Civaoğlu da devlete sonsuz desteğini açıklayan yazarlardan biriydi. Operasyonu Kıbrıs Barış Harekatı’na benzeterek Ecevit’in kararlılığına övgü mü istersiniz, mümkün olduğunca az kan aktığını yazmasını mı istersiniz, yoksa müdahalenin insani ölçütler göz önünde bulundurularak gerçekleştiğinden söz etmesini mi istersiniz? 12 Eylül sonrası yazılarıyla da iyi bildiğimiz Civaoğlu, her zamanki kadar şeffaftı anlayacağınız. Odasının şeffaflığından iktidarla nasıl içli dışlı olduğu belli oluyordu yine.

EMİN ÇÖLAŞAN

Bugün bir yerlerde halkın yazarı diye yüceltilen Emin Çölaşan’ın muhtemelen halktan saymadığı insanların ölümü karşısındaki tavrı da tüyler ürpertici. O dönemde bu insanları kurtarmak için çırpınan aydınlara, “insan hakları soytarıları” diyor ve onları vatan millet düşmanlığıyla suçluyordu. Mahkumları devletin değil, örgüt liderlerinin yaktığından ise adı gibi emindi. Zaten kendisi, 12 Eylül sonrasında cezaevlerinin güllük gülistanlık halinden söz açan bir yazı dizisine imza atacak kadar ‘büyük gazeteciydi.’

GERÇEKLER ZAMAN’LA ANLAŞILIR
Bugün demokrasi havarisi kesilen Zaman gazetesi ve yazarlarına da bir ufak parantez açmak gerek. Operasyonu ölüm oruçlarıyla dalga geçerek “Sahur Operasyonu” diye niteleyen Zaman gazetesi, tıpkı Sivas Katliamı’nı Madımak Oteli’nde çıkan yangın diye aktardığı gibi, burada da mahkumların kendi kendini yaktığını yazıyordu. Yazarlarından Tamer Korkmaz ve İlnur Çevik, operasyonu destekliyor ve geciktiğini kaydediyorlardı. Ahmet Turan Alkan ise öldüren değil, öldürülene dair analize girişiyor, Marksist eylem literatüründe ölümü yüceltmekten filan söz ediyordu.

Okuduğunuz üzre, medyamız ve köşe yazarlarımız, adeta operasyonu yürüten bir Sadettin Tantan kararlılığıyla sıraya dizildiler o günlerde. Bir çok tutuklu aksini söylerken, onlar kendi kendinizi yaktınız diye ısrarcı oldular. Tıpkı devlet gibi, ‘hayata döndürdü’ler. Unutmak mümkün değil. Unutmak affetmektir, unutamıyorum zaten. Belki, Köşe Vuruşu filan, yani bu köşe, sırf bu yüzden.

Çarşamba, Aralık 16, 2009

KÖŞE YAZARININ MUTSUZLUĞU


BUGÜNKÜ BİRGÜN YAZIM TASTAMAM AŞAĞIDA:

Cemal Süreya, “Günler” adıyla yayınlanan günlüklerinin bir yerinde “Mutsuzluğumu hak etmek için yazıyorum bu satırları. (…) Her şey den biraz söz etmek dindirici bir tül gibi iniyor üstüme” diye dertleşir. Cemal Süreya evvela bir şair olduğu için derdi bambaşka. ama geçen hafta bir kez daha hatırladığım bu satırlar, memleket ahvaliyle ilgili olarak samimi bir mutsuzluğa kapılan köşe yazarlarını getirdi aklıma. Her şeyden biraz söz etmeleri bu yüzdendir belki diye düşündüm sonra. Şanlı cumhuriyet tarihimizde yirmi yedinci kez bir parti kapatılırken ve çözüm bir kez daha siyaset dışına atılırken mutlu olmak mümkün değildi. Bir ara umutlanmış, Cemal Süreya’nın çağdaşı, arkadaşı Turgut Uyar’ın dediği gibi, “bütün mümkünlerin kıyısında” olduğumuzu hissetmiştik oysa ki. Bu umutsuzluğun içinde Köşe Vuruşu’nun bu yirmi beşinci yazısına özel olarak, sevmediğim yazı ve yazarları değil de geçtiğimiz hafta mutsuzluğunu samimi bir şekilde köşesine yansıtan yazarları ele alacağım. Kimbilir belki her şeyden bahsedersek, dindirici bir tül iniverir üstümüze.

KORKU
Geçtiğimiz hafta hepimizin ortak duygusu buydu. Barış ihtimalinden biraz daha uzaklaştıkça, korkuyu beklemeye başlamıştık. Ece Temelkuran tüm açıklığıyla bu korkuyu dile getirdi önce. Duyacağımız en korkunç şeyi de söyledi. “‘Terörist’ ve ‘Kürt’ ayrımı ortadan kalkmış durumda. Yetişkin ve çocuk ayrımı bile hatta... Çocukların bile birbirine düşman olduğu bir ülkede iç savaşın çıkmasına ne kalmıştır şunun şurasında!” dedi. İnanmak istemedik belki ama korkusu geldi içimize yerleşti. Sonraki yazısında “Ama daha kaç kere göçük altından kurtarılmak zorundaydı bu ülke?” diye sordu. Ece Temelkuran’ın sorusuna bir soru da ben eklemek isterim: Hayatımızın daha ne kadarını korkuyu beklemekle geçireceğiz biz?

İKİYÜZLÜLÜK
DTP’nin kapatılmasının ardından anaakım medyada yapılan yorumların çoğu aynı noktada birleşiyordu. Karar hukuki açıdan doğrudur, ama keşke olmasaydı. Yıldırım Türker, Radikal’deki köşesinde böyle düşünenleri “kınası arka cebinde hazır akil adamlar” diye tanımlayarak ikiyüzlülüklerinin nefis bir tanımını yaptı. DTP’nin Anayasa Mahkemesi’nce kapatılma kararını hukuken doğrudur diye onaylayanların çelişkisini şöyle teşhir etti: “Çocukları asan anayasayla pek barışık yaşayadururken, hiçbir katilden katliamcıdan üniformalıdan hesap sorulamazken, andıçlarla birbirini satı satıverirken, hepsi boynu bükük hukuk mücahitleriydi. Demokrasiye tapıyor lakin aydın zihinler olarak hukuk karşısında boyunları kıldan ince kalıyordu.”

VİCDANSIZLIK
Tuzla Tersaneleri, kot taşlama işçileri derken bir de ne zamandır hatırlamadığımız maden işçileri geldi yerleşti gündemimize. Elbette yine hepimizi kahreden ölüm haberleriyle. Bu konuyu pek çok yazar işlese de patronların vicdansızlığını en net haliyle Habertürk’ten Umur Talu, döktü kağıda: “İşçileri toplu halde her gün mezara sokup çıkarmış ve bir gün gömmüş...
İnsanların açlık, işsizlik korkusunu alabildiğine sömürmüş...
Sözde denetimde vicdan yoklamamış; can değil, cüzdanları kollamış...
Dünyaları madene gömülmüş 40 çocuğun yetimliğinde dahi utanmamış, hesap üstlenmemiş, hesabı kendine kesmemiş...” insanlardan söz etti Umur Talu. Anaakım medyanın sayıları bir avucu geçmeyen vicdan sahibi yazarlarından biri olarak, korkunun, ikiyüzlülüğün yanına bir de vicdansızlığı ekledi bu haftanın gündemine.

ALÇAKLIK
Hiç kuşkusuz geçtiğimiz haftanın en güzel yazısı gazetemizden Özgür Mumcu’nun yazısıydı. O yazı, belki de bu yılın en güzel, en içten yazısıydı. Bizi mutsuz eden alçaklığa dikkat çekmişti Özgür, bizim gazetenin okurları zaten okumuştur, ama okumayan varsa gazetemizin sitesinden bulur, okur mutlaka. Yine de şurası bir kez daha kağıda düşsün: “O üzerinden onlarca kurşun çıkan ilkokul öğrencisiyle, bir otobüste yanarak ölen genç kızın kardeşliğidir, eğer hâlâ varsa birbirimizi bağlayan.
Yoksa hep beraber alçaklığın konforunda buluştuysak ve birbirimize bunun hikâyesini anlatacaksak, Kürtlük de batsın Türklük de. Hakikaten ikisi de, ölen gencecik kızlardan, oğlanlardan ve çocuklardan daha değerli değildir.”

Özetle; Cemal Süreya’nın dediği gibi, pek çok yazarımız mutsuzluğunu hak etmek için yazdı bu hafta. Yine de biz bu mutsuzluğu hak etmemiştik demek istiyorum. Dünden iyi yarından kötü bir yıla başlamamızı umut ediyorum. Önümüzdeki hafta Köşe Vuruşu, kaldığı yerden devam edecek, ama bu hafta böyle oldu, alıştığınız gibi olmadı. Ortada bunca mutsuzluk varken eğlenerek yazı yazamayacaktım çünkü. Kusura bakmayın e mi?

Perşembe, Aralık 10, 2009

TÜRKİYE'YE HUZUR VERECEK YAZARLAR LİSTESİ

BU HAFTAKİ BİRGÜN YAZIM:

Başbakan Erdoğan’ın köşe yazarları hakkındaki açıklaması malum. Üzerine bir çok yazı yazıldı. Herkes kendince bir cevap yetiştirdi. Ancak bu toz duman içinde “köşe yazarları az yazsa burası daha huzurlu bir ülke olur” diyen Erdoğan’ın bile çok yazmasını isteyeceği bir takım köşe yazarları dikkatimi çekti. Başbakan Erdoğan’ın sözlerini az çok haklı bulup, ona dostane tavsiyeler vermek isteyen bu yazarlar, huzurumuzun teminatı gibiydiler adeta! Huzurumuzu daim etmek için bazılarını Köşe Vuruşu’nda ağırlamak istiyorum izninizle. İnternet gazeteciliği jargonuyla söylemek gerekirse işte, o yazarlar ve işte o tavsiyeler:

EMRE AKÖZ
Çoğumuz sokakta top oynadık. Sokakta top oynamanın kendine has bazı kuralları vardır. Bir defa topun sahibi kimse günün kralı odur. Tüm yeteneksizliğine rağmen baş tacı edilir ki, oyun devam etsin. Gelgelelim ondan daha sinir bozucu olan topun sahibinin yancısı olan çocuktur. Açıkçası Emre Aköz’ün AKP iktidarındaki performansı bana hep topun sahibinin yanındaki çocuğu anımsatıyor. Bu olayda da öyle. Başbakan Erdoğan’ın köşe yazarlarına fırçasını elbette haklı buluyor ve bunu “onun hedefinde ne tür bir zevatın olduğunu tahmin edebiliriz” diye açıklıyor Aköz. Onun, Başbakan’ına en büyük tavsiyesi “bunlarla uğraşmaya değmez” şeklinde. Başbakan’ına tatlı tatlı kızıyor ve sen bunlara laf ettikçe bunlardan kahraman yaratıyorsun demeye getiriyor. Hızını alamayıp Başbakan’ın bu sözüne cevap verecek köşe yazarlarını da peşin peşin ‘sümüklü’ ilan ediyor. Emre Aköz her gün bir değil, iki kez yazmalı ve huzurumuzu artırmalı bence.

MEHMET BARLAS
Daha önce Köşe Vuruşu’nda “Her iktidar koşulunda tam performans” sloganıyla övgüde bulunduğum Barlas, biraz temkinli olmakla beraber, Başbakan’a destek çıkmayı ihmal etmiyor. Bir açıdan bakınca Başbakan’ın tutumunu yanlış bulan Barlas, doğru olan bir açıyı da elbette buluyor ve huzur veriyor. “Yedi yıldır Başbakan olduğuna göre, onun yanlışlarının ve doğrularının da kendince bir hesaba dayalı olduğunu kabul etmemiz gerekiyor” diyerek doğru bulduğu tarafı açıklıyor Barlas. Yani Barlas’ın mantığına göre, Erdoğan yedi değil onyedi yıl Başbakan olsa tamamen haklı çıkabilir. Öte yandan onca yıllık tecrübesiyle, yandaşlardan değil de, muhaliflerden gelecek övgünün önemli olduğunu da biliyor. O yüzden Başbakan’a keşke böyle deyip ılımlı muhalifleri de kızdırmasaydın tavsiyesi veriyor.

SALİH TUNA
İncelediğim diğer isimler kadar önemli olmasa da Salih Tuna diye biri var. Şu aralar yazarlığını Mehmet Yakup Yılmaz’ın üzerine kurmuş durumda. Ama Başbakan’ın sözleriyle başlayan tartışmada da söz almadan durmadı elbette. Başbakan’ın azarını haklı bulmadığını söylemesine rağmen Mehmet Tezkan’ın Başbakan’ın sözleri karşısında utanması gerektiğini söylediği bir yazı yazdı ve kendisiyle çelişkiye düştü. Başbakan bir yazarı ya da yazarları azarlayacak, o yazar da utanıp susacak. Tuna’nın düşüncesi böylesine net. Salih Tuna’nın bu olaydan evvel, başta Mehmet Yakup Yılmaz olmak üzere Başbakan’ına demokrasi dersi vermeye çalışan yazarları aşağılamayı ihmal etmediğini de unutmayalım. Aslında ortalıkta Salih Tuna – Mehmet Yakup Yılmaz polemiği olmasa ve Yeni Şafak’ın Mehmet Yakup Yılmaz’ı kim deseler, bir an bile tereddüt etmeden Salih Tuna derdim, çünkü birbirlerine bu yazının konusu olmayan pek çok sebeple çok benziyorlar.

Ayrı başlıklarla incelediğimiz yazarlarla birlikte, “başbakanı haklı bulmuyorum ama” makamını tutturan başka yazarlar da var. Fehmi Koru, Ahmet Kekeç gibi isimler başbakanın bu söylemini yanlış bulmakla birlikte bunlar da hiç mi hak etmiyor civarında düşünüyorlar. Bir de mesele hakkında yazı yazmayıp şaşırtanlar var. Ekrem Dumanlı ve Akif Beki mesela. Oysa Ekrem Dumanlı, gazetecilik dersi verdiği yazılarından birini bu tartışmaya ayırabilirdi. Görmezden geldiyse bir bildiği vardır elbette. Ama onun yerine bir liste çıkarma işi de bize düştü işte. Gelelim Akif Beki’ye. Ben şahsen, bütün köşe yazarları Akif Beki olsa Türkiye’nin çok huzurlu bir yer olacağını düşünüyorum! Erdoğan’ın hayalindeki Türkiye, herhalde tüm köşelerinde Akif Beki’nin yazdığı bir Türkiye. Orası öyle bir ülke ki, o ülkenin hem sağ, hem de sol beki Akif Beki. Eğer ‘iyi bir köşe yazarı olursanız,’ siz de o ülkeyi görebilir, Akif Beki gibi huzuruna huzur katabilirsiniz.

Perşembe, Aralık 03, 2009

ÖZKÖK'TEN KAÇARKEN DUMANLI'YA TUTULMAK


Ertuğrul Özkök, geçtiğimiz pazar “bazen ‘Ekşi Sözlük’te, hakkımda yazılanlara bakıyorum ve “aman allahım, bu canavar ben miyim” diye soruyorum?”diye yazdı. Orada çizilen portreyi kendisine benzetemediğini de ekledi. Arkadaşlarla bu yazı üzerine konuşurken içimizden biri, “Hürriyet’in başında Ekrem Dumanlı’nın olduğunu düşünsenize, o zaman Ertuğrul Özkök’ü mumla aramaz mıyız?” diye soruverdi.

“Ya Özkök’ten şikâyet ederken Dumanlı’ya tutulursak?” aslında hepimizin kafasındaki soru buydu. Tamam, belki hiçbirimiz Hürriyet’in hedef kitlesi değiliz. Ama nihayetinde Hürriyet, Türkiye’nin anaakım gazetesi. Yani eleştirel gözle de olsa her gün Hürriyet okuyoruz. Öte yandan iktidarın ve sermayenin el değiştirmesiyle Özkök ve Dumanlı isimleri sık sık karşı karşıya getirilmeye başladı. Hal böyle olunca bir karşılaştırma yapmak şart oldu. Bakalım, Özkök ve Dumanlı birbirinden ne kadar farklı ya da ne kadar birbirine benziyor?

‘İKİSİ DE EMEKÇİ DOSTU’
Özkök’ün de, Dumanlı’nın da yönettikleri gazetelerin yayın politikasında emekçilere karşı ‘büyük bir hoşgörü’ var. Emekçilerin meydanlara çıkıp zarar görmemesi için ellerinden geleni yapıyorlar ya da geçmişte bolca yaptılar. Emekçiler ‘aman bir daha eylem yapmasın, biber gazı, cop yemesin’ diye eylem haberlerini, olaylarla manipüle etme konusunda çok benzeşiyorlar. Hani Avrupa’da işçi sınıfı, haklarını evinde ailesiyle oturup kazanmış olsa ikisine de hak vereceğim ama, bu kadar ‘işçi sevgisi’ beni bile rahatsız ediyor.

‘İKİSİ DE MESLEĞİNE AŞIK’
Özkök’ün de, Dumanlı’nın da meslekleriyle bir derdi var. Biri Uğur Mumcu tipi gazeteciliği demode ilan edip, kendilerinin ‘layığıyla yaptığı’ yeni bir gazetecilik türünü işaret etmişti. Bir diğeri, ‘tasfiye edilecek gazeteciler listesi’nden bahis açarak medyada yeni bir dönem başlatma hevesinde. Ayrıca Dumanlı, pazartesi günleri gazetecilik dersleri vererek olayı bir adım ileriye götürüyor ve ‘önyargılarını kırmış’ gazetesini örnek olarak sunuyor. Kısacası ikisi de ‘meslek aşkından’ olacak bir ekol yaratma peşinde.

‘İKİSİ DE BİR ŞEYLERİN ESKİSİ’
Özkök sık sık solcu geçmişinden bahis açıp, özeleştirisini yapıyor. Dumanlı ise eski ülkücü. Yani ikisi de bir şeylerin eskisi. Dumanlı da bir röportajında ‘kaytan bıyıklı ülkücü olmadım hiç’ diyerek, içinden geldiği siyasi oluşuma karşı eleştirel bir tutum takınmıyor değil. Geçmişe eleştirel bakan ikili ciddi bir meselede ayrışıyorlar. Özkök 12 Eylül’ü bir kurtuluş, Kenan Evren’i bir kurtarıcı olarak görürken, 12 Eylül’ün doğrudan zararını görmüş Dumanlı konuya o kadar hoşgörülü yaklaşmıyor. Ancak Zaman gazetesinin temsil ettiği zihniyeti iktidara götüren yolu 12 Eylül’ün açtığı da bir gerçek. Bu açıdan 12 Eylül her ikisi için de kurtuluş.

‘İKİSİ DE EĞİTİMCİ’
Her iki genel yayın yönetmenin de eğitimci geçmişi var. Ama bir farkla. Özkök akademisyen, Dumanlı öğretmen. Özkök yeri geldiğinde akademisyenlik günleriyle övünüyor, ama Dumanlı öğretmenliğinden pek bahis açmıyor. Hatta bir röportajında “geçim için fiil çatılarını anlatmak gibi bir derdim olsun istemiyordum” bile diyor. Özkök’ün akademisyenliği bir prestij meselesi olarak görünürken, her nasılsa Dumanlı, ‘dersane öğretmeni’ diye küçümsenebiliyor.

Popülerlik konusuna gelince Dumanlı’nın ciddi bir sıkıntısı var. Misal, Ekşi Sözlük’te Özkök hakkında 1093 giriş varken, Dumanlı hakkında sadece 66 giriş var. Madalyonun diğer yüzü İHL Sözlük’te bile 111’e, 45 gibi açık farkla Özkök önde. Dumanlı, Özkök’ün sıkıcı olmamak için yazdığı light pazar yazılarının tadını, kitap çıkarmaya varan edebiyat, sanat ve sinema yazılarıyla yakalamaya çalışıyor. Lâkin, Özkök, günde kaç liralık şarap içtiği sorusuyla bile gündem olabiliyor. Olmadı umreye giderek olay yaratıyor. Bu açıdan bakınca Dumanlı biraz sıkıcı görünüyor.

Artık Özkök üzerimizde nasıl bir sendrom yarattıysa, bizim mahallede senelerce Özkök’ü yerden yere vurmuşlar bile Dumanlı gelirse Özkök’ü çok ararız noktasında. Öte yandan medyadaki dengelerin bozulmasını sermayenin el değiştirmesiyle açıklarsak bizler için değişen bir şey yok aslında. Yönettikleri gazetelerin emekçiye bakışındaki benzerliği de göz önüne alın, “Özkök mü, Dumanlı mı?” sorusu yerine “başka bir medya mümkün mü?” sorusundan başka bir şey kalmıyor yine elimizde.

Yazının BirGün linki için tıklayın