iletişim

umit@umitalan.net
twitter.com/umitalan

Çarşamba, Kasım 25, 2009

BİR GÜN HERKES YILMAZ ÖZDİL OLACAK!


BUGÜNKÜ BİRGÜN YAZIMIN TAMAMI AŞAĞIDA:

Bilmeyenler için kısaca özetleyeyim: Dini bütün esnafın cuma vakti dükkanının camına iliştirdiği “Cumaya gittim gelicem” yazısının internette bütün bir gün, her eylem için tekrarlandığını düşünün. İşte buna Twitter deniyor. Biraz daha açmak gerekirse, “Şimdi Ümit Alan’ın BirGün’deki yazısını okuyacağım, yine kime sallamış merak ediyorum? Onunla bununla uğraşacağına oturup kendi bir şey yazsa ya.” gibi durumunuzu internetten anbean bildirmeniz twitlemek oluyor.

Twitter’ın en önemli özelliği bir iletinin 140 karakter ya da vuruşla sınırlı olması. Yani derdinizi 140 vuruşta anlatmanız şart. Bir nevi mini köşe yazarlığı yani. Zaten büyük büyük köşe yazarlarımız da bu mini köşe yazarlığının cazibesine kapılmış, Twitter’a girmiş durumda. Madem ki, köşe yazarlarımız Twitter’ı bu kadar çok seviyor, o zaman tasarruf için tüm köşe yazılarının 140 vuruşla sınırlanması gibi bir uygulamaya geçilebilir. Köşe yazılarını kısaltmak için büyük çaba sarfeden editörler bu işe çok sevinir.140 vuruşluk hayali köşe yazılarıyla bu uygulamanın bir denemesini yapmak istedim. Buyrun twitköşeciliğine. Olup olmadığına siz karar verin.

Ertuğrul Özkök
Gelin itiraf edelim, o uzun köşe yazılarından hepimiz sıkılmadık mı? Tıpkı iyi Fransız şarapları gibi tek yudumla büyülemeli bir köşe yazısı.

Serdar Turgut
Amerika'da seks için artık öyle diller dökülmüyor. Her şey kısa yoldan hallediliyor. Bunun Türkiye'ye gelmesini daha ne kadar bekleyeceğiz?

Engin Ardıç
Bizim solcular bu Twitter'ı beceremez. Bakın Marx'ın Kapital'ine tuğla gibi. O gelenekten gelen adam hiç bu kadar kısa yazabilir mi? Yazamaz.

Güneri Civaoğlu
Bodrum’da bir akşamüstü. Kadehlerimizi Twitter için kaldırıyoruz. Twitter'ın mucidi Şeffaf Oda'da konuğumuz. Fazla söze gerek yok, sıradışı.

Hıncal Uluç
Twitter diye bir site varmış. Mucidi adam değil. Anlamıyor bu işlerden. 140 vuruşluk yazı olmaz. Ona kıssa denir. Nerde o eski gazetecilik?

Can Dündar
Bir zamanların uzayıp giden aşk mektupları, 140 vuruş sınırında naçar kalıyordu. Lâkin aşk için kimi zaman tek vuruş, tek bakış bile yeterdi.

Yılmaz Özdil
Twitter dediğin 140 karakter. Başımızdakilerse 140’tan fazla karaktersiz.

Ahmet Hakan
Biz Twitter’a geldiğimizde kimseler yoktu. Buranın kahrını biz çektik ama sefasını yandaşlar sürüyor. O zaman da ilkeli durdum şimdi de öyle.

Oray Eğin
Twitter sadece Amerika’da bilinirken biliyordum. İyi bir projeydi. Ama bence Türkçe Twitter'a uygun değil, İngilizce olmalı Twitter'ın dili.

Bu yazıların hiçbiri gerçek değil elbette. Bu yazarlar “140 vuruş yazsa nasıl bir şey olurdu”yu anlatmak adına uydurduğum şeyler. Çünkü Twitter özellikle son bir ayda Türkiye’de çok moda. Ünlü ünsüz herkes orada. Yukarıdaki listenin içinde de hali hazırda Twitter’da yazanlar var. Bu kadar insan bir araya gelince elbette kavga gürültü eksik olmuyor. Mesela geçen hafta, Ahmet Hakan’ın gerçek zannedip sahte Sinan Çetin’le polemiğe girmesi kaçırılmayacak şamataydı.

Her şey böyle giderse gelecekte en uzun köşe yazıları bir twit uzunluğunda olacak bence. Çünkü, kimsenin bu yoğun iletişim bombardımanında daha fazlasını kaldıracak gücü kalmayacak. Bunu bir kehanet olarak ortaya atmam gerekirse; ‘bir gün herkes Yılmaz Özdil’ olacak, bazen tek sözcükle bile köşe yazacak diyebilirim. Özdil, henüz Twitter’da olmasa da oraya en hazır yazar çünkü. Bu arada, henüz Özdilleşme sürecini tamamlayamamış acemi bir kısacı olarak twitter.com/umitalan adresindeyim efendim, beklerim.

Yazının BirGün linki için tıklayın

Yazının Medyatava yansıması için tıklayın

Çarşamba, Kasım 18, 2009

SALDIRAY ABİ KÖŞE YAZARI OLSAYDI...



BU HAFTAKI BİRGÜN YAZIMIN TAMAMI AŞAĞIDA:


Açık yazayım, Hıncal Uluç’un Ayşe Arman’a verdiği üniforma fantezili röportajın üzerine çıkılamayacağını düşünürdüm. Hıncal Uluç’un her şeyi meşru kılan “Hıncal Abi” payesine dayanan özgüveniyle bu konuda zirveyi gördüğüne emindim. Ancak Taraf’ın bıçkın delikanlısı, Habertürk’e verdiği röportajla arayı kapatıverdi. Rasim Ozan Kütahyalı’nın şöhret hırsı hakikaten korkutucuymuş. Demokrasi mücahitliğiyle başlayan maceranın Helin Avşar’ın bacaklarında nihayetlenmesi, köşe yazarlığı piyasasındaki çılgınca rekabetin boyutlarını gösteriyor öte yandan.

Hayır, madem ki, böyle bir işe kalkışıldı, Esquire, Boxer, Cosmopolitan gibi dergilerdeki estetik fotoğraf tadı yakalanabilirdi pekala. Şimdi durup dururken 80’li yılların Stüdyo Erol tadını hatırlatmanın ne manası vardı ki? Artık ciddiye alınmadığını fark etmiş olacak ki, yakayı bağrı açıp, ucuz erotizme yaslanırsam belki söylediklerim de konuşulur diye düşünmüş olmalı. Ama yine başarısız oldu. Röportajdan geriye hazretin göğüs kılları kaldı. Ancak röportajdaki kimi fikirleri ön plana çıkarmak gibi bir derdi varsa ona daha seksi fotoğraflar önermek isterim.

‘70’LERDEKİ GENÇLER HASTALIKLIYDI’
Rasim Ozan Kütahyalı’nın ‘büyük Türk gazetecisi’ Helin Avşar’a verdiği röportajın başlıklarından biri bu. Kütahyalı, 70’lerin idealist gençlerine nazaran şimdiki gençleri daha sağlıklı buluyormuş. Bu fikrini sağlıklı bulduğu apolitik genç kızlar tarafından şehvetle kovalanıp denize dökülürken fotoğraflayabilirdi pekala. Bir zamanın gençleri Amerikan askerlerini denize dökerken, şimdiki gençler de benim gibilerin peşinde, bakın ne kadar güzel demenin kolay bir yolu olabilirdi bu. Kütahyalı’nın kafasındaki Helin Avşar tarzı Türk genci idealini daha iyi görselleştirebilirdi bu fotoğraf. Düşünsenize Helin Avşar gibi yüzlerce genç kız, ‘zamanınımızın kahramanı’ Kütahyalı’yı kovalıyor ve Kütahyalı ellerinden denize atlayarak kurtuluyor. ‘Tam da çılgın seks yapan kadın severim’ diyen yazarın hayalindeki Türkiye’ye yakışan bir fotoğraf olmaz mıydı?

‘GÜLEN HAREKETİ İÇİNDEKİ SAHTEKARLAR’
Rasim Ozan Kütahyalı’nın Fettullah Gülen cemaatine mensup olduğu da sık sık iddia edilir. Helin Avşar da sanıyorum bu iddialardan yola çıkarak Gülen hareketiyle ilgili bir soru sormuş Kütahyalı’ya. Kütahyalı ise “arkadaş iyi de çevresi kötü” gibisinden bir cevap vermiş bu soruya. Gülen hareketinin içinde özgürlükçü insanlar olduğu gibi eyyamcı ve sahtekar insanların arttığından dem vurmuş. Bu sahtekarları ‘gerekirse’ isim isim yazacağını iddia etmiş hatta. Buradaki ‘gerekirse’ vurgusuna takıldım şahsen. Hani korkusuzduk, gözümüz kapalı orduya bile girişiyorduk, hani özgürlük çarpıntı yapıyordu? Eğer röportajı, kendisinin Helin Avşar’ın bacaklarını okşayan fotoğrafları yerine ‘gerekirse’ isimlerini yazacağı o ‘sahtekarlar’ın fotoğraflarıyla süsleseydi, eminim daha çok dikkat çekerdi.

MÜKEMMEL ORDU İDEALİ
Kütahyalı bu röportajda ‘güçlü ve dinamik ordu’ idealinden de bahsetmiş. Türkiye’de devletin bir ordusunun değil, ordunun bir devleti olduğu gibi aslen kendisine ait olmayan haklı bir teze atıfta bulunarak yapmış bunu. Ancak bu arada “ben ordumu severim”, “sevdiğim için eleştiriyorum” gibi çevir kazı yanmasın hamlelerine ne demeli? Hangi orduyu sevdiğini sormak isterim kendisine? 12 Eylül’dekini mi? Cevabını bilemem ama ‘güçlü ve dinamik ordu’ hayalini üniforma fantezili bir fotoğrafla desteklese daha iyi anlatırdı sanki. Gerçi Hıncal Uluç bir benzerini yaptı ama olsun.

90’ların efsane TV dizisi bir Demet Tiyatro’yu hatırlayanlar Saldıray Abi’yi de iyi hatırlar. Kadınlara karşı aşırı ilgisi olan bu karakter, Züleyha ile sevişme hayaline bir türlü ulaşamaz ve sık sık komik duruma düşerdi. Yazarlıklarına sola ve sol geleneğe saldırmak ve başarısız olmak üzerine kurmuş kimi köşe yazarlarını da Saldıray Abi’ye benzetiyordum açıkçası. Rasim Ozan Kütahyalı’nın son röportajı kafamdaki imgeyi biraz daha netleştirdi. Eğer Saldıray Abi köşe yazarı olsaydı, herhalde sola saldırarak prim yapmaya çalışan köşe yazarlarına benzerdi. En az onlar kadar komik olurdu. ‘Yalanım varsa, şuradan şuraya sevişmek nasip olmasın!’

Yazinin BirGün sayfası için tıklayın

Çarşamba, Kasım 11, 2009

ZAMAN GAZETESİ KENDİ ÖNYARGILARINI KIRACAK MI?



BUGÜNKÜ BİRGÜN YAZIM:

En az bir aydır dönen bir Zaman gazetesi reklamı var. Ne zamandır yazmak istesem de gündem nedeniyle fırsat bulamadım. Hatta bu hafta da başka bir konuyu çalışırken sinemada söz konusu reklamla yüzleşince daha fazla ertelememem gerektiğini düşündüm. Hem artık büyük bir çoğunluğu izlemiş kabul ederek yazabilirim. Ben bu reklamı her izlediğimde “Zaman gazetesi acaba önyargılarınızı kırın derken kendine mi hitap ediyor?” diye sormadan duramıyorum? Zira söz konusu Zaman gazetesi reklamı bir aydır dalga geçer gibi, önyargılarımızı kırmamızı öğütlüyor. Ne var ki, Türkiye’de önyargı deyince, benim aklıma ilkin Zaman gazetesi geliyor. Neden mi? Örneklerle inceleyelim.

KATİLLER İLLA Kİ RAKI İÇER
Zaman gazetesinin sabit ön yargılarından biri suçluların dindar olmayacağı, hatta rakı içeceğidir. Hrant Dink cinayetinden sonra Ogün Samast ile ilgili haberi buna bir örnek olarak gösterilebilir. Haber için bir çırpıda Samast’ın arkadaşlarıyla konuşulmuş, cuma namazına gitmediğinin, dindar olmadığının hatta rakı içtiğinin altı sıkı sıkıya çizilmiştir. Bu tek örnek değil. Bu olayın evvelinde Danıştay Cinayeti zanlısı Alpaslan Aslan’a yaklaşımı da aynıdır Zaman’ın. Aslan hakkında yapılan haberde, apartman yöneticisinin görüşüne yer verilir ve “rakı içtiği” ısrarla vurgulanır. Bir kuruluş, katil zanlılarıyla ilgili yaptığı ilk haberlerde ısrarla dindar olmadığından ve rakı içtiğinden dem vuruyorsa, orada bir önyargının haber diline sızdığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Önyargıları kırma reklamlarından sonra umarım buna da dikkat ederler.

ALİ BULAÇ’A ÖZEL PARANTEZ
Zaman’ın ünlü köşe yazarı Ali Bulaç’ın önyargı karnesi de hayli kabarık. Güngören’deki terör eylemi sırasında Metallica konserinde olanları “Laik, ateist, agnostik aczmendi müsveddeleri” diye kolayca tanımlayan Bulaç, sizce de fazlasıyla önyargılı değil mi? Bulaç’ın önyargıları burada bitmiyor. Bulaç, bir televizyon programında Irak, Afganistan gibi ülkelerde yapılan sivillere yönelik katliamların çoğunlukla eşcinsel eğilimli askerler tarafından yapıldığına ilişkin bir iddianın altını çizerek, bu kez de eşcinsellere karşı önyargılı bir tutum sergiliyor. Sonrasındaki bir yazısında ise eşcinselleri, eşcinselliklerini empoze etmekle suçlayarak eleştiri hakkının olduğunda ısrarcı oluyor. Bu örneklerden anlaşıldığı kadarıyla Zaman gazetesi reklamını en çok izlemesi gerekenlerden biri Ali Bulaç.

ÖNYARGI POTPURİSİ
Daha önce Ekrem Dumanlı’nın tasfiye listesi üzerine yazdığım yazıda ele aldığım bir takım örnekleri de ‘önyargıları kırma’ çerçevesinde yinelemek gerek. Kemal Kılıçdaroğlu’nu “Dersim isyanıyla meşhur Tunceli’de doğan” diye tanıtmak, Kılıçdaroğlu’na övgü için yergi için mi kullanılmış bilemedim ama bir insanı doğduğu şehirde kendisinin alakası olmayan bir isyanla anmanın önyargıyla bir ilgisi vardır diye düşünüyorum. Yine Zaman yazarı Mümtaz’er Türköne’nin Alevileri bir çırpıda darbeci ilan edip, azınlık oldukları için aşağılaması da ön yargı çerçevesinde değerlendirilebilir. Zaman yazarı Hekimoğlu İsmail’in “İslamiyet'ten uzaklaşan, insanlıktan uzaklaşır; Darwin'in de dediği gibi, maymun çocuklarına döner!” ifadeleri de İslamiyetten uzaklaşmaya niyetli olan ya da uzaklaşmışları nasıl gördüğüne dolayısıyla koskocaman bir önyargıya delalet. Öte yandan Zaman gazetesinin sendika ve emekçi haberlerine yaklaşımını da az çok biliyoruz. Ne zaman bir emekçi eylemi olsa “vandallık” diyecekleri bir şey buluyor, eylemden ziyade ‘nasıl manipüle edebiliriz’e odaklanıyorlar. Emekçilere karşı ayrı bir yazı konusu olarak ele alınacak kadar çok önyargıları var. Onları sonra ele alırız.

Evet reklamda abartının yeri vardır. Reklam gazetecilik gibi katı gerçeklerle hareket etmez. Ama düz vitesli arabayı, otomatik vites diye tanıtırsanız tüketici bunun hesabını sorar. Gazete biraz daha soyut kavramlar üzerinden hareket ettiği için sınırları bu kadar katı çizemiyorsunuz, ama yine de reklamıyla Zaman gazetesi arasında büyük bir çelişki var. Yukarıda sıraladığımız önyargılara sahip bir gazetenin diğer gazetelere ve topluma “önyargılarınızı kırın” demesi abes. Eyvallah, reklam iyi. Görüntüler güzel. Mesaj harika. Ancak reklamcılığın “iyi reklam, kötü ürünü batırır” ilkesini de unutmayalım veya çocukça bir iyimserlikle Zaman gazetesinin ‘iyi’ olmak için önyargılarını kıracağını umalım.

Söz konusu Zaman reklamını izlemek için tıklayın
Bu yazının BirGün sayfası için tıklayın
Yazının Medyatava yansıması için tıklayın

Cuma, Kasım 06, 2009

EDEBİYAT İÇİN BİR CİNAYET İŞLEDİM



GEÇTİĞİMİZ HAFTA ÇIKAN BİRGÜN KİTAP İÇİN ECE TEMELKURAN İLE YAPTIĞIM RÖPORTAJIN TAM METNİ:

Bu sözler Ece Temelkuran’a ait. Edebiyatçının biri olmaktan vazgeçerek işe başlaması gerektiğini düşünüyor çünkü. Edebiyatsız geçen zamanını “hesap et kaç yıldır nefesimi tutuyorum.” diye anlatan Temelkuran’ın bir sürprizi var okurlarına. Uzun bir süredir yurtdışında bir roman üzerinde çalışan Temelkuran, bugünlerde romanını tamamlamak üzere. “Akvaryumdan denize salınan bir balık gibi...” heyecanlı üstelik bu konuda.

Ece Temelkuran’ı pek çoğumuz bir gazeteci olarak biliyoruz. Hepsi iyi yankı uyandıran gazetecilik kitaplarının yanı sıra Bütün Kadınların Kafası Karışıktır ile başlayan, İç Kitabı ve Kıyı Kitabı ile devam eden ve bir üçleme niteliği kazanan kitaplarıyla bambaşka bir tarafı da var Temelkuran’ın. Romanıyla ilgili ayrıntıları kendisinin isteğiyle sonraya bıraksak da; yazı, edebiyat politika üzerine, biraz da ustaların yol göstericiliğiyle konuştuk.

Ece Temelkuran, neden yazdığını, gazetecilikle edebiyatçılık arasındaki ilişkiyi, roman yazmaya nasıl karar verdiğini ilk kez BirGün’e anlattı. Biz de Ece Temelkuran ile yeni bir romancı olarak olarak ilk söyleşisini yapmış olduk böylece.


Ümit A.: Çok klasik bir sorudur, ama her yazara sorulur. Hatta yazarlar da kendi kendilerine sorup cevaplarlar bazen. Niçin yazıyorsun?

Ece T.: Bu soruyu sormayı öğrenmeden çok önce başladım ben yazmaya. Hatta yazmayı öğrenmeden önce yazmaya başladım. Hatta diyebilirim ki, uzun süre yazmanın yaşamaktan ayrı bir şey olduğunun bile farkına varamadım. Bunun da şöyle bir sonucu oldu: Bu sorunun gereksizliğini ve imkânsızlığını da, hiç değilse benim için lüzumsuzluğunu da erken anladım. Doğru soru, sanırım, niçin değil, ne için yazıyorum? Çıplak gözle görünmeyen, büyük yalnızlığıma derman olmak için yazıyorum. Bir denizanasına dönüşmemek için... Bütünüyle ve eksiksiz kendim olabildiğim bir uzay yaratıyor edebiyat. Geri kalan her yerde, yemin ederim böyle bu, nefesimi tutuyorum. Hesap et, kaç yıldır tutuyorum nefesimi!


Ümit A.: Epeydir tutuyor olmalısın. Son röportajlarından birinde 8 yaşında net olarak “ben yazar olmak istiyorum” dediğini söylemişsin. O zaman kafandaki yazarlık gazetecilikle mi bağlantılıydı yoksa edebiyatçılığı mı kastediyordun?

Ece T.: Şiirden söz ediyordum esasen. Edebiyatın özü orasıdır, başka hiçbir şey değil. Geri kalan edebiyat şiirin seyreltilmiş halidir sadece. Gazetecilik bahsine gelince... Başından beri, önce bilinçsiz, sonra kesinlikle teammüden, tam ortada bir yerde durmaya çalıştım. Gazeteciliğin hiper-gerçekliğiyle edebiyatın ‘hakikati’ arasındaki belalı arazide. Gazeteciliğe de, hikayelerin toplandığım bir hayat alanı olarak baktım. Biraz Melih Cevdet Anday’ın söz ettiği ‘ıssız telgrafhane’ gibiydim, gibiyim ya da. Halkımın, halkların sesleri beni uyutmuyor, uyutmadıkça ben de uyuyanları dürtüyorum! İnsanlığın ortak kalbinden haberler veriyorum. Ama esas olan, sanırım gazetecilik boyunca gördüğüm hikayeleri alıp, geri, edebiyata, evime götürme isteğiydi. Nitekim öyle de oluyor şimdi. Böyle bir edebiyata inanıyorum zira. Çamura bulanmış bir edebiyata! Edebiyatın kulelerde tasarlanan değil, insan kokusuyla kutsanan bir asaleti olduğuna inanıyorum. Asaletini ancak öyle korur edebiyat: İnsana bulanarak.

Ümit A.: Nabokov bir denemesinde” “Bir yazara üç noktadan bakılabilir. Bir öykücü olarak görülebilir, bir öğretmen olarak, bir büyücü olarak. Büyük bir yazar, üç niteliği –öykücü, öğretmen, büyücü- birleştirir, ama onda ağır basan, onu büyük yazar kılan özellik büyücülüğüdür.” der. Sen şimdi romana kalkışmış biri olarak gazetecilik geçmişinden ötürü öğretmenlik özelliğinin ağır basmasından korkmuyor musun?

Ece T.: (Gülüyor) Büyük ve kesin bir eşitliğe inandım ben. Çok da zararını gördüm ‘Alçakgönüllü olma öyle zannederler’ lafının. Tasavvufu ve sosyalizmi öğrenmeden önce, çok önceden beri ‘hiç kimse’ olmak peşindeyim. Orada rahat ediyorum, orada etim hakiki sözü salgılıyor çünkü. Dolayısıyla öğretmenlik şöyle dursun, en boynu bükük öğrenci gibi hissettim kendimi. Zaten bu gazetecilik, köşecilik işinden o yüzden tedirginim. ‘Biri’ olmaya o kadar zorlanıyorsun ki... Orada da edebiyat mümkün değil. Bir edebiyatçı önce kendini öldürür, sonra en sevdiklerini, en son da içindeki erdemleri, yazmaya başlamadan önce böyle bir dizi cinayet işlenir. Ama eğer ‘biri’ olmuşsanız artık o biri nasıl davranması gerekiyorsa öyle davranmalısınız. Bu yüzden diyorum zaten nefes alabildiğim yer edebiyat diye. Bu yüzden de zaten biri olduğum Türkiye’de değil, Beyrut’ta ve Oxford’da yazdım kitabı.


Ümit A.: Milan Kundera, romanın sonunun geldiğiyle ilgili tartışmalarda “eğer romanın gerçekten ortadan kalkması gerekiyorsa, bu onun gücünün tükenmesi yüzünden değil, kendisine ait olmayan bir dünyada bulunması yüzündendir.” diyor. Sen bir gazeteci olarak hiç kuşkusuz dünyayı çok daha yakından takip ediyorsun. Sence, romanın kendisini ait hissedeceği bir dünya var mı hâlâ?

Ece T.: İki dünya var bence romancı için. Bir ‘korsanların’ dünyası, bir de ‘kaptanların’. Yazarın, iletişim çağının dalgaları giderek daha büyüyen okyanusunda durduğu iki yer var. Üstün özne olarak yazarın ya da söz sahibinin varoluşu ölümcül bir tehdidle karşı karşıya. Bir bakıma yazarın iktidarının atomlarına parçalandığı bir döneme giriliyor. Peki o zaman kimin sözünü dinleyeceğiz? Ya da üyeleri belli bir filtreden geçmeden bir araya gelen bu dev söz kolektifinin yarattığı ‘söz’, ‘fikir’ doğru mudur? Örneğin; Ekşi Sözlük bu bakımdan kerteriz alınacak bir mikro-cosmos, bir laboratuar olabilir. Diyelim ki Ece Temelkuran için söylenen, oluşturulan ‘ortak cümle’ gerçeği karşılar mı? ‘Doğru’ söyler mi? Bu noktada sosyalist bir bakış açısında diretmek lazım. İnsanın özünde iyiliğe doğru bir potansiyel olduğunda inat etmek gerek. Yani kolektif olana inancınız varsa bunun da eninde sonunda ‘iyi’ olduğuna inanmak zorundasınız. O kolektif, sözün iktidarını parçalıyorsa, kendiniz bundan zarar görseniz bile buna iyimser bir biçimde katılmak zorundasınız. Kendi iktidarınızda diretmek...

Ümit A.: İnternetle birlikte bu dünya daha da farklı şekillendi değil mi?

İnternetle devleşen söz denizinde, söz söyleme hakkının kime ait olduğunun giderek belirsizleştiği tedirginlik denizinde işte, ‘kaptan’ olmak isteyen yazarlar, bu yüzden gidip büyük ticaret filolarına yanaşıyorlar. Çeşitli pazarlama teknikleriyle kraliyet filolarına atıyorlar kapağı. Bir seçimdir, tartışılır. Ama sadece edebiyatın gerektirdiği ‘hiç kimse’ olma, ‘hiç kimselerden yana olma’ gerekliliğen ihanet edilmiyor orada, aynı zamanda bu kolektiften kendini ayrı tutanlar bir tür aristokrasi oluşturup karşı-devrimci bir duruş benimsiyorlar bana kalırsa. Ama korsanlar dünyayı ele geçiriyor! Kitap korsanlarından söz etmiyorum. Daha derin ve geniş anlamda, fikri mülkiyetin, sözün iktidarını yerle bir eden bir korsanlık ahlakından, o yöne giden bir ‘başıbozukluktan’ söz ediyorum. Roman işte, kendine böyle bir dünyada yer bulmaya çalışıyor şimdi. Biz de, ayıptır söylemesi, bir ‘Medar-ı Maişet Motoru’ ile yola çıkıyoruz şimdi. Yani yeniden. Ben romanın değilse bile hikâyenin ölümsüzlüğüne ve kendi yelkenini dolduracak rüzgâra sahip olduğuna inanıyorum.

Ümit A.: Günün birinde bir ayrım noktasına gelsen, gazetecilik mi, edebiyat mı diye sorsalar hangisini tercih edersin?

Ece T.: Hep edebiyattır bu sorunun cevabı. Ama hep!

Ümit A.: Gazetecilikten edebiyata geçen Hemingway, gazetecilik yaptığı sıralarda gazetecilik tarzını geliştirmek için boş bir kağıt üzerine birbiriyle alakasız cümleler yazarmış. Romanlarındaki kısa ve basit cümleler bu çabayla oluşmuş. Senin gazeteciliğinin yazarlığına ne tür bir katkısı olmuştur?

Ece T.: Bana savrulma hakkını verdi! Nasıl dersen şöyle: Yazının endüstri ile dünya tarihinde daha önce görülmemiş cinsten bir ilişkisi oluştu son yıllarda. Karşılıklı bir kölelik ilişkisi bu. Yazar, çok satmak ile kazandığı şöhret ve göreceli itibar karşılığında ritmik olarak üretmek zorunda. Hatta buna ‘Bandist Roman’ diyebiliriz. Zeki Coşkun ‘para-roman’ diyordu son derece yerinde bir saptamayla. Ben daha ileri gidildiğini düşünüyorum. Bandist üretim tarzıyla roman üretiliyor artık. Bunun da yazardan beklediği bir şey var: Hayata bulaşmamak, savrulmamak. Senden beslenen bir endüstri var, onu beslemek için bir memur kadar öngörülebilir bir hayatın olmak zorunda. Ne üretiyorsan hemen hemen aynısını, ya da sadece ‘piyasayı ürkütmeyecek kadar’ bir sürpriz payıyla üretmeye devam etmek, yapman gereken bu. Yani yazarın ‘Şöyle bir şey yaşadım, artık edebiyatım değişti’ deme hakkı yok. Zamanı da yok zaten. Gemileri yakma hakkı olmayan bir edebiyattan ne çıkar? Vallahi bana sorarsan bir halt çıkmaz! Gazetecilik bana savrulma hakkını verdi. Evsizlik hakkını, göçebelik imkânını. Yıkıp yeniden yapmayı ve yıkılıp yeniden yapılan hayatlara en yakından tanıklık etme imkânını. Kanı, vahşeti, kötülüğü, alçaklığı görmem imkansız olurdu gazetecilik yapmasıydım ve içinde bunlar olmayan edebiyatı da eksik bulurum doğrusu.

Ümit A.: Bazı kitapları okuduktan sonra insan hiç eskisi gibi olmaz. Yazarları, yazar yapan kitapların da bunlar olduğunu söylenir. Ben şu kitaptan yazar oldum diyeceğin kitaplar var mı?


Ece T.: Kitaptan değil, hayattan oldum ben biraz. Ama 16 yaşındayken okuduğum Zorba’yı asla ve kat’a unutmam. Bir de Suç ve Ceza’yı.


Ümit A.: İnsan ilk gençlikte roman kahramanlarına âşık olabiliyor. Senin âşık olduğun bir roman kahramanı var mıydı?

Ece T.: Allahtan roman kahramanı gibi adamlar ve kadınlar tanıdım da öyle çok ihtiyacımız olmadı roman kahramanına filan!

Ümit A.: Yine Kundera’ya dönecek olursam, “Her roman, okuyucusuna şöyle der: Durumlar senin düşündüğünden karışık” diyor. Senin romanla yapmak istediğin bu karmaşıklığı teşhir etmek mi, yoksa ona bir çözüm mü getirmek?

Ece T.: Bu önemli. İkisi de değil. Ama okuyana güven vermek isterim. Zira ‘şezlong romanı’ yazmadım, itiraf edeyim. O yüzden de okuyanda, ‘Yazar beni yaya bırakacak’ demesini hiç istemiyorum. Ne zaman tökezledi, yuvarlandı, bilsin ki ben onu o çukurdan çıkaracağım. Okurken düşecek yani okuyucu, kalkacak fakat. Daha doğrusu beraber kalkacağız. Anlamışsındır herhalde biraz engebeli bir roman yazdım! Zaten benim okurla oynayacak ne enerjim ne de zamanım var. Zira benim anlatacak bir hikâyem var. O hikâyenin de böyle süper zeka numaralara ihtiyacı yok. Ancak trişka hikâyeleri olanlar öyle zeka oyunları oynarlar. Beraber bir maceraya çıkmak, benim derdim budur. Bir güven anlaşması var çünkü okurla aranda. Benim için eşit bir anlaşmadır bu. Evet, ‘durum okurun sandığından karışık’ ama ‘Gel kardeşim,’ derim ben, ‘Bu işin içinden beraber çıkacağız’. Çıkamazsak da beraber batacağız!

Ümit A.: Gazeteci, politikanın bunca içinde olan biri olarak çalıştığınız romanın da siyasi bir tarafı olduğunu düşünüyorum, yanılıyor muyum? Eğer yanılmıyorsam siyaset seksi bir konu mu sence?

Ece T.: Politika, seksidir! Kesin ve net olarak. Çok anlatmayayım ama okur görecek ki politika çok seksidir. Ve en iyi flört, politika konuşarak yapılandır!

Ümit A.: Politika deyince 12 Eylül yarattığı acının karşılığı olarak hala çok tartışılıyor. Sence Türk edebiyatı 12 Eylül’ü yeterince anlatabildi mi?

Ece T.: 12 Eylül’ün edebiyat için yeterince demlenmediğini düşünüyorum. Hatta yeni yeni başlıyor bence anlatılmaya. Zira darbe sadece geleceğe ilişkin bir yılgınlık yaratmadı insanlarda, geçmişe ilişkin de bir tahayyül bitkinliği var. Hatırlama isteksizliğinden, belleksizlikten söz etmiyorum. Sözünü ettiğim 12 Eylül öncesi dönemde edinilmiş, kazanılmış güzel şeyleri tahayyül etme yılgınlığı. Öyle bir yıkılmış ki hatıralar o dönemde güzel bir şeyler olduğunu hayal bile edemiyor insanlar. Bakıyorum mesela şu ‘Bu kalp seni unutur mu?’ dizisine, sinematografik olarak rengi yok dizinin. O dönemin rengini bile hatırlamıyor insanlar demek ki. Rengini, kokusunu, dokunuşunu hatırlamadığın bir dönemle ilgili nasıl yazacaksın? Dur bakalım. Geliyor, ona da sıra geliyor.


Ümit A.: Nasıl bir ortamda yazarsın. Yalnızken mi, sessizken mi, yoksa havaalanında uçak beklerken bile yazarım diyenlerden misin?

Ece T.: Mesele gazetecilikse bu konuda meşhurumdur: Her yerde, her koşulda yazarım. Ama edebiyata gelince, o başka. O zaman neredeyse obsesif kompulsif bir hal alıyorum. Kalem böyle duracak, kağıt burada duracak, perde şöyle duracak vesaire... Bu da iyi. Demek ki edebiyat bende, yaratması gereken korkuyu hala yaratıyor! Yazdığı metinden korkmayan bir yazar olmak istemem hiç. Hani ‘Babam için’ filminde bir sahne vardır. Avukat kadın, yıllar sonra sanığı kurtaracak delili bulmuştur. Ama ‘Ya anlatamazsam’ diye o kadar korkar ki boğazına tıkılır laflar, ağlamasını yutmak için acı çeker. Edebiyat öyle bir korku yaratmalı. Eğer söyleyeceğini doğru söyleyemezsen biri ölecekmiş gibi bir korku. Ki nitekim karakterler bende böyle bir borç duygusu yaratır. Bak o da gazetecilikle ilgili belki. Kürt’ün, yoksulun, kadının, çocuğun derdini doğru anlatamazsam diye kahrolmak gibi bir ahlak.

Ümit A.: Sevgi Soysal, Tante Rosa’sı için “bütün kadınca bilmeyişlerin tek adıdır” diyor. Yeni bir romancı, usta bir yazar ama daha çok kadın olarak “bütün kadınca bilmeyişler” deyince senin aklınıza ne geliyor?

Ece T.: ‘Bilmeyişlerin’ sözcüğünü önemserim. Zira Sevgi Soysal ‘bilemeyiş’ demek isteseydi böyle derdi. Onu dememiş, ‘bilmeyiş’ demiş. Kadınca mıdır değildir, orası ayrı mesele ama ‘bilmeyişlerimin’, işini bilen bir melek gibi beni koruduğunu düşünürüm. İnsanlar arası iktidar ilişkilerini, mülkiyeti ve yerleşiklik duygusunu hala ‘bilmeyişimin’ beni çok yorduğunu ama yazımı hep diri tuttuğuna ikna oldum nihayet. Hakikaten anlamam bu işlerden. Anlayamam. Uzaydan gelmiş gibi neredeyse.


Ümit A.: Gerçi tamamlamak üzere olduğun romanın ayrıntılarına fazla girmeyelim dedik ama bir romanın doğum sancılarını ilk ve nasıl hissettin?

Ece T.: Çok romantik olacak ama hakikaten de Beyrut’ta güneş batıyordu, Hizbullah’ın hakim olduğu Dahye bölgesinden çıkıp deniz kenarına geldim ve bir peçetenin üzerine ilk cümleyi yazdım. Bu duyguyu unutmuştum nicedir. Dünyadan sessizce, gürültü çıkarmadan kopup gitmek, başka bir dünyaya girmek gibi. Sancılı filan olmuyor o, bilâkis, sanki bir ağrın varmış, alışmışsın ve nihayet geçince bir ağrın olduğunu hatırlamışsın gibi. Akvaryumdan denize salınan bir balık gibi... Sancı sonra başlıyor esas.

Ümit A.: Ağrı’nın Derinliği isimli kitabının yenilerde cep versiyonu çıktı. İnsanlar Ağrı’nın Derinliği’ni ceplerine koyduklarında aynı zamanda neyi koymuş olacaklar?

Ece T.: Kitabı ceplerine koymak için ceplerinden neyi çıkaracaklarını söyleyeyim: Daha önce orada olduğunu bilmedikleri bilgisizliği. Ben insanların o kitabı okuyunca kendilerini daha çok sevdiğini gördüm. Kendi kendilerini bilmeye başlıyor insanlar. Sanırım ceplerine bu girecek ‘Ağrı’nın Derinliği’ ile. Ve bir de tabii daha az para çıkacak ceplerinden! (Gülüyor)

Ümit A.: Yazarlığın bir esnaflığı var mıdır gerçekten?

Ece T.: Öfff! Hem nasıl! Zaten bu yüzden tiksindim yazıdan köşe yazarlığı boyunca. Yazının nasıl, kimler üzerinde, hangi ilişkiler için bir ‘akçe’ olarak kullanıldığını gördükçe... Esnaf aldığı malı daha pahalıya satmayı düşünen bir varlıktır. Yazı üzerinden böyle bir hesap yapıldığını görünce... Yazık yani. İçim bulanıyor yemin ederim.

Ümit A.: Son olarak; herkes hikayelerini birine anlatır. Kimi sevdiğine, kimi kendine, kimi kadınlara, kimi erkeklere, kimi Türklere, kimi Kürtlere. Sen hikâyelerini kime anlatmak istiyorsun?

Ece T.: Hep şöyle bir görüntü gelir gözümün önüne yıllardır. Niye bilmiyorum, kızıl saçlı bir çocuk. Arkadan görüyorum bu çocuğu. Ayakları yere değmiyor sandalyede oturunca. Annesinin babasının kütüphanesinden benim kitabımı çıkarmış, ayaklarını sallaya sallaya okuyor. Ne okuduğunu da bilmiyor. Orada okuduğu bir cümleyi yıllar sonra bir kadına, kafası iyiyken söyleyeceğini, o kadının ona öylece âşık olacağını da bilmiyor. O çocuğa yazıyorum ben sanki. Benim kalbimi bilen bir çocuk bu. Kalbimi bir şişeye koyup zamanın okyanusuna bırakıyorum galiba.

Perşembe, Kasım 05, 2009

KÖŞE YAZARLARI İÇİN İSTEK ŞARKILAR



Bu haftaki BirGün yazım:

Özel radyoların patladığı yılları yaşayanlar bilir; istek parçalar bir jesttir, kamusal alanda ismin tınlaması, insanın kendini önemli hissetmesidir. Kimi zaman manidardır da istek şarkılar. Öyle ya, çok şeyi basitçe özetleyiverirler. Elimizden tutar, alıp götürür, iyileştirir ya da daha fenalaştırırlar.
Köşe yazarı dediğimiz insanlar da senin benim gibidir aslında. Herkes gibi bir istek şarkıyla gönülleri olabilir. Her şeyden anladıklarına bakmayın, onların da tökezlediği olur. Ülkemizin geçirdiği şu gerilimli süreçte köşe yazarlarımıza bir jest yapıp, onlara istek şarkılar göndermek geldi içimden. Umarım hoşlarına gider.

KÜRT AÇILIMINA KARŞI ÇIKANLARA: SİL BAŞTAN
Türk ve Kürt halkları arasındaki sürecin son halini en iyi özetleyen şarkı, Şebnem Ferah’ın Sil Baştan’ı bence. Nakaratında ‘Sil baştan başlamak gerek bazen / Hayatı sıfırlamak / Sil baştan sevmek gerek bazen her şeyi sıfırlamak’ diyen bu şarkıyı önce bazı köşe yazarlarımıza dinletmek gerek. Dinlesinler ki, bu iki halkın karşılıklı olarak çok acı çektiğini ve artık ‘derin sularda inci tanesi arama’larının vakti geldiğini yazabilsinler. Dinlesinler ki, ‘hayatın onlara oyun oynadığını’ anlayabilsinler. Çünkü iki halk da çok yorgun. Sil baştan demenin tam zamanı şimdi. ‘Her ne çıkarsa yolumuza, selam verip’ el ele yürümenin zamanı. Yaşanan acıları unutmak zor biliyorum. Ama bu iki halkın da artık ‘sanki bugün son günmüş gibi dolu dolu yaşamaya’ hakkı var. Köşe yazarları bu şarkıyı dinlerlerse, okurlarına düşmanlığın diliyle değil, barışın diliyle yazarlar belki. Sil baştan demek için onların da bir katkısı olur elbette ki.

SERDAR TURGUT MUHİPLERİ
CEMİYETİ’NE: HADİ BAKALIM!
Serdar Turgut’un ‘mizah yaptım anlamadınız’ diye içinden sıyrılmaya çalıştığı yazısından sonra, tepki gösterenler gibi kendisini savunanlar da oldu. Yani o cenahta da bir dayanışma ruhu gelişti. Mizah duygumuzu küçümseyerek işe başladılar. Öyle ki, muhipleri tarafından Serdar Turgut, Türkiye standartlarının üzerinde mizah yapan bir Woody Allen figürüne dönüştürüldü. Onlar için Sezen Aksu’dan Hadi Bakalım’ı isteyesim var. ‘Yerimiz mi dar, yoksa yenimiz mi dar? / Uçurmuş herkes, o da kim oluyor / sen kimsin / kim bunlar?’ dediği yerden alalım, ‘sen seni bil sen seni / sen sıkı tut çeneni / eline diline hâkim ol’ dediği yere kadar götürelim. Sen kimsin ve dahi siz kimsiniz de Rojin’in zekâsıyla dalga geçiyorsunuz, bizim mizah duygumuzu küçümsüyorsunuz anlamında.
Ve en çok da ‘içlerindeki o aç hevesler’e mukayet olmaları için.

TÜM YAZARLARA: İNANIN
ÇOCUKLAR!
Serdar Turgut’tu, açılımdı vesaireydi derken arada kaynayan bir diğer konu Terörle Mücadele Kanunu (TMK) mağduru çocuklar. Onlar için mücadele eden ‘Çocuklar İçin Adalet Çağırıcıları’ isimli bir sivil inisiyatif var. Çünkü 1991’den bu yana yürürlükte olan TMK’da çocukları koruyucu hükümler yok. Tıpkı yetişkinler gibi sorgulanıyor, yargılanıyor ve hüküm giyiyorlar. Yani TMK’dan yargılandıkları zaman çocuklar çocuktan sayılmıyorlar. 1991’den bu yana 10 binden fazla çocuğun mağduriyeti söz konusu; hiçbir koruyucu hükme tabi tutulmadan 24 yıla kadar cezalar alanlar var aralarında. İşte köşe yazarlarımız bu çocukları artık duysun ve Çocuklar İçin Adalet Çağırıcıları’na destek çıksın diye, onlar için Nazım Hikmet’in Nikbinlik şiirinden bestelenen şarkıyı istiyorum Edip Akbayram’dan: ‘Çocuklar inanın, inanın çocuklar /güzel günler göreceğiz güneşli günler/mKarıncalar bilmeden sever
otorları maviliklere süreceğiz çocuklar!’ desin ki şarkı, köşe yazarları TMK mağduru çocukları hatırlasın ve onlar için yazsınlar. Onca şeyin arasında bir de bu çocukları anlatmak çok mu zor yani?
İŞİNİZ GÜCÜNÜZ YOK MU YANİ?
Kendimi hiç hariç tutmadan yazayım, aslında köşe yazarlığını en iyi tarif eden şarkı Nazan Öncel’in ‘İşiniz gücünüz yok mu yani?’ şarkısı. Sanki tamamen köşe yazarlarına yazılmış gibi. Bir kısmını alalım, hak vereceksiniz. Okurlarından köşe yazarlarına gidiyor elbette: ‘Son günlerde halinizi /beğenmiyorum gidişinizi /bahar mı yoksa güneş mi çarptı? /etkinizden tepki şaştı /postu kime serdiğiniz / belli değil zor efendim / Daracık çıkmaz sokaklarınız / ufak tefek taşlarınız / dalgacı gevrek yanlarınız / çekilmiyorsa anlayınız / günahınız çok yaz efendim / işiniz gücünüz yok mu yani? / herkes bu kadar boş mu yani? /bilmem anlatabildim mi?’

Gazete linkinden okumak isterseniz tıklayınız

Pazar, Kasım 01, 2009

SERDAR TURGUT OLAMADIĞIMA ÜZGÜNÜM


Geçen haftaki BirGün yazımın tamamı aşağıda. Gazetenin sayfasındaki linki de onun altında:

Serdar Turgut, geçen hafta hayatımda okuduğum en çirkin köşe yazılarından birini yazdı. “PKK teröristi olmadığıma pişmanım” başlıklı bu yazı, mizah dolu yazıları var, aman biraz deli, penisle bozmuş kafayı ama olsun varsın sonuçta ‘zeki’ denilen bir adamın ulaştığı acıklı noktadır. Sırf Kürt ve kadın olduğu için hedef aldığı Rojin’i dağa kaldırmaktan ve seks kölesi haline getirmekten, arada dağdan inip genel yayın yönetmenleri öldürmekten falan söz eden, sözüm ona ironiye yaslanan felaket bir yazı. Yılmaz Özdil’in alenen yaptığı düşmanlığı biraz daha sosa bulandırarak, içine cinsellik falan katarak daha bir yüksek algı eşiğine tahvil etme gayreti.
Yazıdan daha fazla söz açmak istemiyorum, meraklısı bulur okur. Ayrıca Rojin’in Serdar Turgut’a cevabından güzel yazı yazılamayacağı için o konuyu da irdelemiyorum. Öte yandan bir insanın dikkat çekmek için bu kadar çırpınışı gerçekten hüzünlü. Serdar Turgut’un o parıltılı zekâsına her zamanki gibi övgü düzmek üzere kenarda bekleyenler ne diyecek bilmiyorum? Ancak ben de köşe yazarı olma hakkını köşe yazarlarını teşhir etmek için kullanan biri olarak, “Serdar Turgut olamadığıma üzgünüm!” demek istiyorum. Bakın neden?
IRKÇILIK YAPAMADIĞIM İÇİN
Serdar Turgut bir yazısında Amerika uçuşlarından söz eder. Amerika uçuşlarındaki sorunu bağladığı yer ilginçtir: “Basit işlerde zenciler çalıştırıldığı için, bazı zenciler aşağıda ellerinden muzları alınmış şebekler gibi bir oraya bir buraya koşturup duruyorlardı” İnsanları sırf deri renkleri yüzünden “ellerinden muzları alınmış şebekler gibi” diye tanımlayabilme lüksüne sahip olmaktır Serdar Turgut’luk. Eğer Serdar Turgut gibi olsaydım, Serdar Turgut gibileri ayrı bir ırk olarak adlandıracak, onlara karşı savaş çığırtkanlığı yapabilecek bir dil kullanabilirdim. Serdar Turgut olamadığım için bunu yapamıyorum. Çünkü, Serdar Turgut’u, hatta Serdar Ortaç’ı bile önce bir insan olarak gören vicdanımdan kurtulamıyorum.
AÇIKÇA KÜFREDEMEDİĞİM İÇİN
Hrant Dink’in öldürülmesi ve Malatya’daki Zirve Yayınevi baskınlarının ardından Türkiye’de bir hassasiyet oluşmuştu. Benim de aralarında olduğum insanlar bu hassasiyet neticesinde “Hepimiz Ermeniyiz” ve “Hepimiz Hıristiyan’ız” diye bağırma ihtiyacı hissettiler. Farklı olana saygı ve farklılığı yüzünden zarar gören birine destek çıkma hissiyatıyla özetleyebiliriz bunu. Ama bakın Serdar Turgut nasıl yorumluyor? “Benim merakım şu: Ya bir gün bir orospunun çocuğu vahşi şekilde öldürülürse kitleler ne diye bağıracaklar ya da ilkesizlik yapıp bu kez gösteri yapmayacaklar mı ki?” Serdar Turgut olsaydım, onun bizlere etmeye çalıştığı küfrü, bir yolunu bulup Serdar Turgut’a ederdim. Zeki insan canım deyip geçerlerdi hemen. Ama Serdar Turgut değilim ve etmiyorum haliyle.
KAFAMA GÖRE TAKILAMADIĞIM İÇİN
Bir yazısında Türkiye’de bir sermaye grubunun piyasa ekonomisine düzen getirmesinden övgüyle söz edebilir Serdar Turgut. Onlar olmasa ekonomik kriz olurdu diye haklarını teslim edebilir. Bu şaşırtıcı ve yadırganacak bir şey değil elbette. Ama bir süre sonra bir başka yazısında üstüne basa basa Marksist olduğunu vurgulayabilir. Nasılsa anaakım medya içinde kimsenin bunu sorgulamayacağından emindir. Zira o Serdar Turgut’tur. Hal böyle olunca insan Serdar Turgut olup kendini garantiye almaya hem de Marksist olmanın entelektüel konforunu yaşamaya özenebilir. Ben Marksistim demek suretiyle daha önce yazdıkları hiç sorgulanmadan Marksist olabilir kendisi. Yersen.
Gördüğünüz gibi Serdar Turgut olmak epey ‘keyifli’ bir şey Türkiye’de. Ne yaparsanız yapın “çok zeki canım” diye kutsanmanız olası. Zaten kendisi de eski bir yazısında köşe yazarı olmanın altın kurallarından birini “halkı severek yazar olunmaz” diye açıklıyor. O halkı aşağıladıkça, birileri onu alkışlıyor. Serdar Turgut altın kurallarla ilgili yazısında şöyle diyor aynı zamanda: “Yazarlık işinin de bir sonu vardır. İlla da başkalarının size artık yazamadığınızı söylemesini beklemeyin, iyi yazarsanız iyi de bir okuyucu olmalısınız, kendi yazınızı okuduğunda tatmin olmuyorsanız işi noktalamanın zamanı çoktan gelmiş demektir, lüzumsuz ısrara gerek yok.” Bence Serdar Turgut için şimdi tam vakti. Ama Rojin ile ilgili yazısından sonra da yazdıklarından tatmin olmuşsa, ben o tatminin nasıl bir tatmin olduğunu merak ederim? Nasıl bir eksiklikten doğduğuna da takılırım? Aslında istesem Serdar Turgut kadar bile çirkinleşebilirim. Belki de onun gibilerle mücadele etmenin tek yolu budur.

Yazının gazetedeki linki için tıklayın

Yazının Medyatava yansıması için tıklayın