iletişim

umit@umitalan.net
twitter.com/umitalan

Çarşamba, Mayıs 12, 2010

ROBOT KÖŞE YAZARLIĞI MÜMKÜN MÜ?



BUGÜNKÜ BİRGÜN YAZIM:

Doğan Tılıç, her ne kadar kendisinden bizzat ders almasam da hocamdır. Özellikle Basın Yayın üzerine yüksek lisans yaparken kendisinin doktora tezi ve makalelerinden sıkça yararlandım. Bu yüzden Selami İnce’nin gazetecilik üzerine Doğan Tılıç ile gerçekleştirdiği röportaj dizisini mutlulukla karşıladım. Söz konusu dizi, gazetecilik mesleğiyle ilgili çarpıcı gözlemlere sahip. Bunlardan bir tanesi Tılıç’ın İtalyan La Stampa gazetesinden aktardığı bir haber. Habere göre, yapay zekâ üzerine çalışan bilim adamları “gazeteci robot” geliştirmişler. Bu robotlar herhangi bir imlâ ve bilgi hatası yapmadan haber yazabiliyormuş. Şimdilik sadece beyzbol haberleri üzerine uzmanlaşan bu ‘robot gazeteci’lerin faaliyet alanları artacakmış.
Doğan Tılıç’ın aktardığı haber, benim de köşe yazarları üzerine düşünmemi sağladı. Ülkemizdeki bazı köşe yazarlarının robotu yapılabilir miydi? Yapılsa nasıl programlamamız gerekirdi? Bu haftaki Köşe Vuruşu’nun mavrası bu.

ERGENEKON–ANTİERGENEKON ROBOTU
Ergenekon Operasyonu şu aralar gündemden biraz düştü. Ancak Türkiye’nin konjonktürü gereği yine gündeme gelecektir. Bu operasyon konusunda herhangi bir şüpheye mahâl bırakmadan yazanlar var. Her iki tarafta da var. Örneğin; son Hrant Dink duruşmasında Ergenekon örgütünün suikastle önemli bağlantıları çıktı. Ergenekon Operasyonu’na tamamen karşı olan yazarlar haliyle bu kadar önemli bir gelişmeyi de görmezden geldi. Operasyonu sorgusuz sualsiz kutsal kabul eden yazarlar ise çok saçma bir bağlantıya bile dört elle sarılabiliyorlar. Yazar dediğimiz bu insanlar, bunları ayrıştıramayacak kadar analiz yeteneğinden yoksunsa, onlara ne gerek var? Hepsinin adına iki robot yapalım; biri tamamen desteklesin, diğeri tamamen karşı çıksın.

ENGİNAR ROBOTU
Türkiye’de kariyerini ‘sol düşmanlığı’ üzerine inşa etmiş kalemler var. Bunlardan en önemlisi Engin Ardıç. O yüzden sol ve sol mücadele üzerine bütün olumsuz referanslara sahip robot köşe yazarımız ondan ilham almalı. Bu model biraz maliyetli olabilir. Daha düşük maliyetli ama kısa ömürlü modeli için özgürlüğün çarpıntı yaptığı Rasim Ozan Kütahyalı veya Yıldıray Oğur yazılımları tercih edilebilir. Bu düşük kaliteli versiyonları programlarken, yalan yanlış bilgiyle sola ve sınıf mücadelesine saldırı için bol bol geyik aktarılabilir veri tabanına. Yazarlarımızın da her gün her gün kendilerini yormalarına hiç gerek kalmaz böylelikle.

YANDAŞ ROBOT KAHRAMAN BEKİ

Daha önce de yazdım. Yandaşlık biliyorsunuz ki, artık övünülecek bir şey oldu. Akif Beki, İngiltere’den verdiği örneklerle bunu meşrulaştırmaya azmetti. Geçen hafta Sabah’ta Hasan Bülent Kahraman da aynı konuyu yazdı. İngiltere’deki yandaşlık kavramının basının objektifliğine bir halel getirmediğini belirtti. Şimdi Sabah gibi bir gazetede bunu yazıp, altına Türkiye’de şu sebeplerle uygulanmayacağını yazmazsanız, o yazı eksik kalır. Öyle olunca Türkiye’de medyanın haline hiç bakmadan bunu savunan Akif Beki ile aynı safa düşersiniz. Akif Beki’nin yaptığı nedir? İktidarın söylediklerini olumlayarak tekrarlamak. Emre Aköz, Mustafa Karaalioğlu, Şamil Tayyar vb’lerinin de öyle. Öyleyse hepsinin adına bir robot yapılabilir. İsmi de benden olsun: Kahraman Beki

ALTERNATİF ROBOTLAR
Aslında yerimiz olsa yapılacak birkaç model daha robot var. Sırf karşı çıkmış olmak için bir konuya karşı çıkan Hıncal Uluç ve küçük Hıncalları temsilen bir robot yapılabilir mesela. Elbette Twitter’ın yazılımcıları tarafından bir Yılmaz Özdil robotu da kolaylıkla tasarlanır. Sadece bağlı oldukları grubun sözcülüğünü yapan yazarlar için de öyle. Hayat güzeldir, kelebekler, kuşlar, martılar yazıları yazanlar için de bir robot mümkün.

ROBOT GAZETECİLİĞİN SONUCU
Peki robotlaşmış gazeteciliğin ya da köşe yazarlığının sonucu ne? Onu da geçen hafta Haluk Şahin, Yunan medyasından aktardı. Yunanistan’da bir gazeteci ülkelerinin düştüğü durumdan kendilerini de sorumlu tutuyordu. Yıllardır görevimizi yapmadık, soruşturmacı gazeteciliği beceremedik diyordu. Çünkü, onlar da robotlaşmışlardı. Belki onlarda da Ertuğrul Özkök gibi ‘araştırmacı gazeteciliği’ demode ilan edenler olmuştu. Ama işte sonuç ortadaydı. Devlet ihalelerini, silah alımlarını, neo-liberal iktisat politikalarını hiç sorgulamayan medya, ülkesinin batışına şahit olmuştu. Gidişatımız çok benziyor, ama umarım sonumuz benzemez demekten başka çare yok. Çünkü olan yine yoksula oluyor sonunda.

Çarşamba, Mayıs 05, 2010

BASINDA NEFRET KİMİN UMRUNDA?



BUGÜNKÜ BİRGÜN YAZIM ŞÖYLECE:

Geçtiğimiz hafta, Siirt’teki olay nedeniyle gazetecilik yeniden tartışmaya açıldı. Başbakan gibi bütün kabahati medyaya atanlar, medyayı her şeyden yalıtanlar ve medyayı sorgulayanlar oldu. Aslında en çok dikkat çekmesi gereken şey, Sosyal Değişim Derneği’nin ‘Ulusal Basında Nefret Suçları 10 yıl 10 örnek’ başlıklı incelemesiydi. Anaakım basında bu inceleme üzerine şimdilik Ruşen Çakır’dan başka yazan olmadı. Basın, yıllar içinde toplumda biriken nefrete nasıl katkıda bulunmuştu? İnceleme kapsamında ulusal basında son 10 yılda çıkan haberler; etnik, cinsiyet, ulusal özellikler, din, siyasi eğilim, eğitim, toplumsal statü, cinsel yönelim açısından tarandı. Tahmin edileceği üzere nefretin haddi hesabı yoktu. Hükümet karşısında konumları nedeniyle yandaş ve yandaş olmayan şeklinde ikiye bölünen basın, nefret suçu konusunda tam bir uzlaşı içindeydi. Hepsi bir şekilde nefreti körüklemişti.
Oysa ulusal basındaki nefret suçlarıyla ilgili bu incelemeyi görmezden gelenler, gazetecilik konusunda köşelerinden ahkâm kesmeye devam ettiler geçen hafta. Hepsi birer ‘haysiyet timsali’ olduğu için buna fazlasıyla hakları vardı elbette! Peki, ‘neleri söylerken, neleri unuttular?’ Bu haftaki Köşe Vuruşu’nu, ceza sahasının o noktasına doğru gönderelim.

‘TAVŞAN KARDEŞ’ ÖĞRETİSİ
Üniversitelerde turneye çıkan ve Türkiye’de gazeteciliği bu ‘göz kamaştırıcı’ noktaya getirirken edindiği tecrübeleri öğrencilerle paylaşan Özkök, gazetecileri Şövalyeler ve Pusucular olmak üzere ikiye ayırıyordu 4 Mayıs tarihli yazısında. Ona göre bir gazeteci yandaş da olsa şövalye sayılabilirdi. Yeter ki, gammaz olmasın, muhalif meslektaşlarına karşı cadı avı başlatmasındı. Öyle nefret dolu yazılar ve haberlere imza atmanın pek bir önemi yoktu. Ayrıca bu hesapla kendisine sormak isterim; “Sizin yönetiminizdeki Hürriyet’te, Hrant Dink’i hedef gösterenler korosuna katılan Emin Çölaşan da meslektaşlarını gammazlayan pusucular arasında sayılabilir mi?” Diğer taraftan yine kendisinin yönetimindeki Hürriyet’in mesela Ulusal Basında Nefret Suçları incelemesindeki 10 örnekten birine, toplumsal statü kategorisinde “Kapıcı şarkıcıya tecavüz davası” haberiyle girmesi de mevzu değildi. Aynı şekilde, misal; katilin etnik kimliği Ermeni olunca “Katil Ermeni” vurgusu kullanmak ya da “Katil İmam Hatipli çıktı” gibi kalıplara ayrımcılık yapmak önemsizdi demek ki.

DUMANLI’DAN AHLAK BİLGİSİ DERSİ
Her pazartesi yazılarının bir kısmını gazetecilik derslerine ayıran Ekrem Dumanlı, Siirt’te yaşananları doğru anlamak için medyayı sorgulamaya açıyordu. Ama magazin eklerinin pespayeliğinden dem vuruyor, ama dizilerin özendiriciliğinden bahis açıyordu. Dumanlı’ya göre bu ahlaki çöküntüyü yaratanlardan biri medyaydı. Elbette Ekrem Dumanlı’nın da “Peki bu nefreti yaratanlardan biri kim?” sorusuna cevabı yoktu. Çünkü, onun gazetesi de söz konusu incelemede “Sünnetsiz kundakçı DTP adına kurban derisi toplamış” başlıklı haberle ‘dini inanç’ kategorisinden nefret suçu listesine girmişti. Gerçi, Zaman gazetesinin hem köşe yazısı, hem de haber dili açısından benim de bu köşede işlediğim pek çok ayrımcılık ve nefret örneği var, ama hepsini anlatmaya yerimiz yetmez.

KISA VE ÖZ NEFRET
Geçtiğimiz hafta Yılmaz Özdil de kendilerine “öyle gazetecilik yapılmaz” diyen yandaş medya ve Başbakan’a cevap olarak ironi dolu bir yazı yazıyor ve gazeteciliği savunuyordu. Ancak kendisi de Star gazetesinde çalışırken imza attığı utanç verici “Two Size” manşetiyle söz konusu incelemenin nefret suçları listesindeydi. Üstelik yenice Ahmet Türk’e atılan yumruğu handiyse savunan yazısıyla gündeme gelmişti. Tabii başkalarına gazetecilik dersi verirken bunun yine pek bir önemi yoktu.

Görüldüğü üzere; medyamız yine gündemin şehvetine kapılmış gitmekte. 10 yıllık bir taramayla ulusal basında nefret suçu incelemesi çıkmış kimin umrunda? Herkes bir şekilde kendini aklamış durumda. Bülent Ortaçgil’in “Aşk Var” şarkısında söylediği gibi; “Herkes en iyi doğruyu bilir / herkes uzman, herkes rekortmen / öyle eminiz ki yolumuzdan / ister haydut, ister centilmen” Ama yine şarkının söylediği gibi “bir tek aşk var” işte. Yazdırıyor çaresizce; çözüm olmayacağını bile bile…

Pazartesi, Mayıs 03, 2010

EN POPÜLER KÖŞE YAZARI NASIL OLUNUR?

GEÇEN ÇARŞAMBA'NIN BİRGÜN YAZISINI KOYMAYI UNUTMUŞUM, ŞÖYLECE:

Ne zamandır aklımı kurcalayan bir “Haftanın En Popüler Köşe Yazarı” listesi var. Medya Takip Merkezi’nin (MTM) basında yürüttüğü haber takibinin bir sonucu olarak ortaya çıkan bu liste, sayısal verilerle en popüler köşe yazarını beliriyor. Genellikle Medyatava sayesinde haberdar olduğumuz liste, Serdar Turgut’un da ilgisini çekmiş olmalı ki, geçtiğimiz hafta bu konuda “Köşe yazarının ölüsü makbüldür” başlıklı bir yazı yazdı. Turgut’un da belirttiği üzere, bu listede genellikle başlarına kötü bir olay gelen veya yazdığı bir yazıyla başını belaya sokan köşe yazarları yer alıyor. Elbette listeyi hazırlayan ve yayınlayanların bir kabahati yok. Zaten popüler sözcüğü böyle bir şey. Ama bu listelerin yoruma açık olduğu kesin.

Peki, listeye özellikle yazılarıyla giren köşe yazarları tamamen masum mu? Zaten o yazıları yazmalarındaki amaç konuşulmak değil mi? Misâl, savunulacak hiçbir tarafı olmayan yumruk yazısıyla listeye zirveden giren Yılmaz Özdil’in amacı zaten konuşulmak değil mi? Varlığını buna borçlu olduğunu söyleyebilir miyiz? Bu hafta, ‘neler yapanlar bu listeye girer, neler yapanlar giremez?’ gibi bir tahmin üzerinden bu sorulara cevap aramak istiyorum.

SİİRT’TEKİ OLAY HAKKINDA AYKIRI SES
Eğer Başbakan bir köşe yazarı olsaydı, herhalde bu haftanın en popüler köşe yazarı olurdu. Siirt’te yaşanan vahşi olay malumunuz. Olayda ihmâli olanları ve bir türlü bitmeyen soruşturmayı ele almak yerine, bir yıl önce yaşananları gündeme taşıdığı için medyaya yüklenen Başbakan’ın bu tavrı, kendisine en popüler köşe yazarı ünvanını doğrudan kazandırabilirdi. Yani bu hafta havayı koklayıp, bir haftalığına da olsa en çok ben konuşulayım diyen biri, bu konuda tersten çakarak aniden popülerleşebilir. Konu bu kadar basit yani. Elbette bu herkes için geçerli değil. Bir de anaakımda yer almak gerekiyor böyle kolay popülerlik için.

HINCAL ULUÇ’U MODEL ALMAK
Türkiye’de popüler köşe yazarlığının formülü ne kadar Hıncal Uluç olabildiğinize bakar. Hıncal Uluç olmak, maharet isteyen bir iştir. Bir konuda herkesten aykırı bir fikir dillendirip bunu sanki çok mantıklıymış gibi canhıraş savunmayı gerektirir. Bir süre önce tam tersini savunmuş ya da bir süre sonra tam tersini söyleyecek olmanız önemli değildir. Toplumun hafızasızlığına güvenip ne kadar yüksek perdeden konuşabildiğinize bağlıdır iş. ‘Hıncal’dır ne yapsa yeridir’ özgüveniyle; ben, ben, ben, ben ve diğerleri gibi bir durum yarattığınızda olur biter bu iş. Misâl TEKEL işçilerinin eyleminin yeri göğü inlettiği bir haftada, buna gözünüzü kapayıp bir bankanın Londra’ya düzenlediği VIP organizasyonu övebilir, Michelin yıldızlı restoranlarından bahsedebilir, ama yazının sonuna gazetecilik dersleri serpiştirebilirsiniz. Kimse sorgulamaz. O yüzden Türkiye’de popüler köşe yazarı olmanın formülü Hıncal Uluç olmaktır. Türkiye’de köşe yazarları ikiye ayrılır: Hıncallar ve Küçük Hıncallar. Üçüncü ve dördüncü kategoriler de vardır ama onların popüler olma şansı yoktur. Popüler değilse hiçtir.

NE YAPMAMANIZ GEREKİR?
Örneğin; geçtiğimiz hafta ülkemizde 2 yaşında bebeklere tecavüzün de yer aldığı vahşet derecesinde bir olay mı ortaya çıktı? Bir köşe yazarı ya da bir gazeteci olarak bu olayın nedenleri üzerine kafa yormak ve en önemlisi “neden?” sorusuna mı odaklanmak istiyorsunuz? Truman Capote’nin gerçek bir cinayetten yola çıkarak yazdığı In Cold Blood (Soğukkanlılıkla) romanında yaptığı türden bir gazetecilik mi yapmak istiyorsunuz? Sakın kalkışmayın, size hiçbir popülerlik kazandırmayacağı gibi, işsiz kalmanıza bile yol açabilir. 70’lerde tartışılan “Yeni Gazetecilik” türünü yeniden canlandırma gibi hayallere de kapılmayın. Türkiye’de yeni gazetecilik daha ortaya çıkmadan eskimiş, yerini sit-com almıştır. Sit-com’larda dakika başı ver edilen kahkaha efektleri gibi kendinize güldürmeniz veya küfrettirmeniz gerekir. Şairler annesi Gülten Akın’ın dediği gibi, “Ah kimselerin vakti yok, durup ince şeyleri düşünmeye”dir. Öyledir.

SERDAR TURGUT KENDİNİ SOYUTLAMASIN
Bu yazıyı yazmama yol açan Serdar Turgut’un yazısına neredeyse tamamen katılıyorum. Ancak kendisinin olay yaratan yazılarını da, ‘konuşulmak hep daha fazla konuşulmak’ için yazmadığına en azından beni inandırmaz. Yoksa Hrant Dink cinayeti sonrası, bir sahiplenme duygusuyla “Hepimiz Ermeniyiz” diyenler hakkında, yarın bir gün bir orospunun çocuğu vahşi şekilde öldürse ne diyeceksiniz diye eleştirisi yazısı yazmak ve daha niceleri başka hiçbir şeyle açıklanamaz. Popülerlik için değilse ne içindir? Şimdi kendini hepsinden soyutlamaya çalışmak niyedir?

Çarşamba, Nisan 21, 2010

KÖŞELERDE TALİM VAR



BUGÜNKÜ BİRGÜN YAZIM ŞÖYLECE DOSTLAR:

Son genel seçim (2007) öncesi, muhalefet partisinin en önemli gündemlerinden biri ‘gemi’ydi. İktidarı, başbakanın ‘gemicik’ diye adlandırdığı bir gemi üzerinden devirecekleri hayali içindeydiler. Devirmeyi bırakın, gemiyi ardından iten rüzgar oldular. Sonrasını biliyorsunuz. Kaptanlar, kaptandan çok kaptancılar, gemiden atılanlar, gemiye binmeye çalışanlar vs. Yepyeni tanımlar ve konumlar oluştu iktidar gemisinde.
Malum geminin medyadaki tayfalarına yandaş dendi. Emre Aköz, son yazısına başbakanla gemi maketi önünde çekilmiş fotoğrafını gururla iliştirince, gemideki yeni hareketlenmenin adını koymak şart oldu. Çünkü ‘köşelerde talim var’ şu sıra. Evvelden yandaş denilmesine tepki gösteren yazarlar, artık yüzlerinin kızarmadığı bir aşamaya ulaştılar. Herkesin haklı olarak Yılmaz Özdil’i ve nefret dolu yazısını konuştuğu bir haftada o konuda yazmanın bir tekrar olacağını düşünerek bunu yazmak istiyorum. Gemi gelir yanaşır, içine yandaş yaraşır, köşelerin kadıları Recep diye ağlaşır çünkü.

ŞEFFAF YANDAŞ AKİF BEKİ
Bu köşede, başından beri Türkiye’nin hem sağ beki, hem sol beki diye andığım Akif Beki, yandaşlıkta da kimseye kül bırakmıyor tabii ki. Köşe sahibi olmasına rağmen basın sözcülüğü yaptığı eleştirilerine karşı gazetecilik mavraları attığını unutmuş olmalı ki, yandaşlığı öven iki yazı yazdı geçen hafta. Ortada bir gemi olduğunu doğrularcasına; ‘artık deniz bitti’ dedi; ‘şimdi dürüst ve açık yandaşlığın zamanı’ diye üsteledi. Yeterince açıktı. Ancak ‘dürüst müydü?’ İşte orası tartışmalı.

YURTTAN SESLER KORUSU
Akif Beki’nin yabancı gazetelerden birkaç referans vererek ‘yandaş’lığına meşruiyet kazandırma çabası da, Almanya’ya gurbete gidip, dönüşte ülkesinin insanına burun kıvıran bazı gurbetçilerinki gibiydi. Ona ‘sen daha Alman olmadın efendi’, diyecek birileri lazımdı ki, cevap Ahmet Hakan’dan geldi. Ahmet Hakan, yandaş medyada tek bir aykırı ses olmamasını işaret ederek, koro oluşturmayın bari dedi. Haklıydı. Akif Beki’nin işaret ettiği Batılı gazetelerde acaba bizim yandaşların oluşturduğu gibi bir koro var mıydı? Elbette yoktu. Oysa bizim Yurttan Sesler Korosu’nun şarkısı bile aynı: “Hani benim Recebim, Recebim / Yazı yazı vereceğim / Övgüleri düzeceğim.”

GEMİNİN MİÇOSU
Yazıya Emre Aköz’ün Başbakan’la gemi maketi önünde çektirdiği fotoğrafla başlamıştık. O da şeffaf yandaşlık konusunda en az Akif Beki kadar açık. Ancak o yandaşlığın adını ‘demokratlık’ koyuyor. Onun gibi düşünmediğiniz takdirde hemen demokrasi karşıtı oluyorsunuz. Mevzu bahis son yazısında ‘demokrat aydın’ diye tabir ettiği aydınları eleştirenleri tek bir tanıma sığdırmış yine. Yani onları eleştirirseniz, herkesi şeriatçı ilan eden bağnaz bir ulusalcı oluyorsunuz. Ulusalcı değilim, ama sen de demokrat değilsin, hukuku katlediyorsun deme şansınız yok yani. Ya yandaş olacaksınız ya da darbeci. Buna demokrasi diyorlar kendileri. Şeffaflıktan anladıkları tam da bu.

AÇIK VE ÖZGÜR SUBJEKTİFLİK
Akif Beki’nin kendi konumlarına meşruiyet kazandırmaya çalıştığı subjektiflik meselesini Umur Talu çok önce yazmıştı. (Birikim-Ocak 1999) Ancak Umur Talu, Maskelesine Karşı Açık ve Özgür Subjektiflik adını verdiği bu yazıda bunun bir takım koşullarının olması gerektiğini de belirtmişti. Meslek örgütü kaynaklı bir hak ve sorumluluk aktinden bahsetmişti. Subjektif zeminin özel medya işletmesine rağmen kamusal sorumluluk bilincinin kabulüyle oluşturulması gerektiğini belirtmişti. Editöryel bağımsızlık palavrasının gerçekleşmesinin çok ötesinde, gazetecilerin editöryel kararlara katılım kanalları oluşmadan açık ve özgür subjektiflikten söz edilemeyeceğini vurgulamıştı. Yandaş ya da yandaş olmayan medyada bunların hangisi sağlanmış ki? Hem sonra Akif Beki’nin Radikal’de bir yandaş olarak yazdığı destek yazıları kalibresinde bir muhalif yazı çıkabiliyor mu yandaş medyada?

Velhasıl Akif Beki’nin açık ve dürüst yandaşlıktan söz etmeden önce Umur Talu’nun ‘Dipsiz Medya’ (İletişim Yayınları, 2000) kitabında da bulunan makaleyi iyice bir okuması gerek. Yoksa yarın bir gün, içinde bulunduğu gemi muhalefet seferine çıkarsa; “gemilerde talim var / AKP’li yarim var / O da gitti sefere / Ne talihsiz başım var” diye ağıt yakabilir.

Çarşamba, Nisan 14, 2010

KÖŞE VURUŞU’NDAN KENDİ KALEME GOL


Enver Aysever’in “Cihangir’in Liberal Çocukları!” başlıklı yazısı geçtiğimiz hafta epey tartışıldı. Gazetemizin konuyla ilgili açıklaması ve özrünü yeterli, yazarımız Adnan Bostancıoğlu’nun yazısını isabetli buldum. Bir şeyleri yeniden tekrarlamak istemem. Ama bu köşenin ismi Köşe Vuruşu. Misyonu, köşe yazarları üzerinden medya eleştirisi yapmak. Bu yazıyı atlarsam, bu köşeye ve bu gazetenin okurlarına olan sorumluluğumu da atlamış olurum. O zaman da yazmaya devam etmemin bir anlamı kalmaz.
Eğer Serdar Turgut, “PKK teröristi olamadığıma pişmanım” diye bir yazı yazıp Rojin’i dağa kaldırma fantezisini dillendirdiğinde, “Serdar Turgut olamadığıma üzgünüm” diye bir yazı yazdıysam, şimdi de susamam. Çünkü bu yazı, tıpkı o yazı kadar rahatsız edici. Hangi gazetede yazılırsa yazılsın teşhir edilmeli, kınanmalı. Bunun BirGün olmasına talihsizlik diyelim. Ama yazının da hakkını verelim. Bu haftaki Köşe Vuruşu’nda, bir defans oyuncusu olarak kafaya çıkalım, kendi kalemize bir gol atalım. Çünkü gazetenin açıklaması ve Bostancıoğlu’nun yazısına rağmen, bazı eleştirileri henüz cevaplamış değil Enver Aysever.

KIYAFET VE DAVRANIŞ YÖNETMELİĞİ
Aysever’in bu yazıdan sonra geri adım atmadığı, insanın kanını donduran bir nokta var. “Elindeki içkiyle, ağzındaki sigarayla yanındaki hatuna sırnaşan oyuncu”, “abartılı boyanmış, eteğini kıçına kadar sıyırmış 60’lık hatun”, “barlardan dışarıya dışkı gibi taşan insanlar” tanımlamalarıyla ilgili, Bostancıoğlu’nun yazısına rağmen hiçbir cevap gelmedi Enver Aysever’den. O zaman tekrar soralım, 60’lık hatunların boyanmayı bırakıp, tesettüre filan mı girmesi gerekiyor? Barlarda elimizde içki, ağzımızda sigara hoşlandığımız bir kadına kur yapmamamız mı gerekiyor? Bara gidip dışkı gibi dışarı taştığımız zaman kötü bir şey mi yapmış oluyoruz? Allah aşkına Enver Aysever’in bu tanımlamalarının Yılmaz Özdil’in “bidon kafalı”sı veya Bekir Coşkun’un “göbeğini kaşıyan adam” ya da türbanlı insanlar için kullanılan “sıkmabaş” tanımlamalarından ne farkı var? Bu köşede defalarca eleştirildi bunlar. Bence hiçbir farkı yok. Aynı türden bir ötekileştirme. Bir gün tarif ettiği gibi bir Cihangir barından, tarif ettiği gibi insanların arasından çıkıp, yazar arkadaşım Tuna Kiremitçi’yle ilk uçakla Ankara’ya gitmiştik TEKEL eylemine. İnanır mısınız ‘bir Cihangir barından dışkı gibi dışarı taşmamız’ hiç mani olmamıştı saatlerce işçilerle yürümemize? Enver Aysever böyle düşünmüyor. Oysa kemik gözlük çerçeveleri insanlarınkine, hatta tıpkı benimkine benziyor. Nasıl oluyor da böyle görüyor ve bundan geri adım atmıyor, anlamak mümkün değil?

NE CİHANGİR’MİŞ?
Aylar önce yine bir Köşe Vuruşu yazısında Rauf Tamer’in çok eski bir yazısını, bugün yazdıklarına karşılık gündeme getirmiştim. Tamer, Doğu Anadolu’daki büyük bir deprem sonrası, başlatılan kan bağışı kampanyasıyla gönderilen kanlar için “Dikkat etsinler ha, gönderdiğimiz kan asil kandır” gibi bir yazı yazıyor, Türkiye’nin bir bölgesine yapılan ayrımcılığın bir zamanlar ne kadar meşru olduğunu gösteriyordu. 2010 yılında Enver Aysever’in sonradan geri adım atacağı şekilde İstanbul’un Cihangir semtine yaptığı ayrımcılığın temel olarak bundan hiçbir farkı yok. Kendi gibi düşünmeyen bir topluluğu bir semt adı altında genellemekten kaçınmıyor. Bunun bir adı var, hepimiz bildiğimiz için tekrarlamak istemiyorum. Zaten sonradan kendisinin de utanarak geri adım atmasının ve af dilemesinin nedeni bu.

‘LEŞ’ MESELESİ
Enver Aysever’in kendisinin de işaret ettiği üzere, eleştiriler genellikle çocuk cesetleri için ‘leş’ tabirini kullanmasından geldi. Ben Enver Aysever’in bu sözcüğü yanlışlıkla kullandığını, bunun bir tür “lapsus” olduğunu düşünüyorum. Evet bu sözcüğü o şekilde kullanması büyük bir hata. Ancak, bu yazıya buradan saldırmak hem bel altından vurma, hem de insafsızca bana kalırsa. Üstelik yazıdaki diğer büyük hataların etkisini azaltıyor bu tarz saldırı.
Enver Aysever’in son dönemde İlyas Başsoy’un BirGün ve Birikim’deki yazılarıyla gündeme gelen “Beyoğlu Solculuğu” ve Tanıl Bora’nın Sol, Sinizm ve Pragmatizm kitabıyla gündeme gelen bir tartışmaya katkıda bulunmak gibi bir niyeti var sanki. Ancak oradaki temel meseleyi öyle bir ıskalamış ve konuyu o kadar sakat bir yerden yakalamış ki, hayret etmemek mümkün değil. Aykırı sorular sorduğunu düşünüyor, ama en ufak bir aykırılığa tahammülü yok. Bu haliyle, Metallica konserine giden gençleri; “Laik, ateist, agnostik, aczmendi müsveddeleri” diye tanımlayan Ali Bulaç’tan da pek bir farkı yok.